Barzani’nin hançeri
Hayatımda birçok karizmatik şahsiyet gördüm. Onlardan biri de Kürtlerin büyük lideri Mele Mustafa Barzani’dir ki Markos’la birlikte Nisan 1970’te Kürdistan Dağlarının kalbinde bulunan karargahında onunla görüştük.
Irak o zamanlar dünyanın ters düşen ülkelerinden biriydi ve gazeteciler çabuk ulaşamıyordu. Yalnızca Saddam Hüseyin rejiminin dostu olan gazeteciler gidebiliyordu. Eski Arap kökenli eşi Marina Stagh sayesinde Jan Guillou (ünlü İsveçli gazeteci) onlardan biriydi. Onlar Irak’ta 8 ay boyunca kaladı ve Saddam onlara çok iyi hizmet etti. Adeta yollar onlar için serilmiş ve ülkenin bir ucundan diğer ucuna otomobille 10 bin kilometre rahat gidip gelebiliyorlardı. Bu ziyaretlerinin ürünü olarak “Irak – Yeni Arap Devleti” adıyla bir kitap yazdılar ki şimdilerde Jan Guillou bu kitaptan çok az bahseder.
1970 Nisan’ında doğuda Filistinli olmayan gruplar ile görüşme imkanı sunan küçük bir pencere açıldı. Ben ve Markos, daha önce defalarca başvurduğumuz ve almak için dayattığımız vizenin kabul edileceğini ve bize yeşil ışık yakılacağını beklemiyorduk. Bu nedenle vize kabul edildiğinde zaman kaybetmeden yola çıktık.
Daha öğrencilik yıllarımda Bağdat’ı ziyaret etme arzusuna sahiptim. Bi defasında tarih öğretmenimiz bir dersin ilk konuşmasına şu sözlerle başlamıştı; Bağdat kızıl bir çöl ortasında parlayan bir boncuk gibidir.
Sonra genç Muhammed’in amcası ile birlikte ilaç-deva, kadın kokusu ve deve kokan kervalarıyla bir defa Bağdat’a geldiğini anlattı. İnsan böyle bir yeri ziyaret etmeli diye geçirdim içimden.
Kötü olan Nisan 1970’te Bağdat’ın toz bulutuna teslim olmuş olmasıydı. Son derece sıcaktı ve herkes birbirinden korkuyordu. Üstelik Bağdat meydanında ülkenin önde gelen isimlerinin idam edildiği kanlı devrimin üzerinden henüz çok zaman da geçmemişti (1968 darbesi).
Bağdat’a ulaştığımız sabah, İletişim Bakanlığı yöneticileri de Markos’la birlikte aynı bakanlıktan yetkilileri beklediğimiz salondaydı. Dar bir koridorda oturmuştuk ve oradan geçen her kes ayaklarımızın üzerinden atlayarak geçiyordu. Gelip geçenler eğilerek bize "Excuse me" diyeceklerine yanlışlıkla "Execute me" yani “beni idam et” diyordu. O hassas ve kaygı verici durum içerisinde ağzımızı açmaya cesaret edemiyorduk. Ayaklarımın üzerinden geçen beşinci şahıs da takrar “Execute me” deyince dayanamayıp ağzımı tuttum ve saloğu tuvalette aldım, ardından deliler gibi güldüm.
O zaman henüz 34 yaşında olan Saddam Hüseyin darbeden sonra Cumhurbaşkanı Yardımcısı olmuştu. Pratikte ülkeyi o yönetiyordu ve petrol geliri ile Irak’ı ekonomik ve toplumsal anlamda yenilemeye başlamıştı. Yazar Jan Guillou’da kitabında bundan çok pozitif bir şekilde bahseder.
Ülkedeki gerginliğin sona erdirilmesi ve kalkınmaya odaklanma adına Saddam 11 yıl süren savaşın ardından ilk defa Kuzey’deki 2 milyon Kürt ile barış anlaşması imzaladı. Gerçekten barış istediklerini göstermek için de ülkeye gelmemize ve efsane lider Barzani ile görüşmemize müsade ettiler.
Elbette bu bizim için bir rüya gibiydi. Zira daha önce hiç bir batılı gazeteci Barzani ile yüzyüze görüşme şansı bulamamıştı veya Irak Kürdistanı’na gitmelerine izin verilmemişti.
Sıkı güvenlik tedbirleri altında 12 saat boyunca o sıcak havada tuzlu ve yeşil ovalardan, askeri kontrol noktalarından geçtik ve kuzey petrol kuyularına ulaştık. O gece dağın yamacındaki bir köyde yattık ve ertesi gün yüksek dağlar, geniş ırmaklar, derin vadiler ve yüksek tepelerden geçerek yolculuğumuza devam ettik.
Herşey o kadar güzeldi ki buraları henüz yol ve otellerin inşa edilmediği ve kimsenin ziyaret etmediği yüz yıl önceki İsviçre veya Avusturya ile kıyaslayabilirdiniz.
Karşılaştığımız insanların hepsi geleneksel Kürt kıyafeti giymişti, geniş elbiseler, geniş erkek şalvarları, bellerine bağladıkları renkli kuşaklar, başlarında puşi (cemedani). Hepsi de silahlıydı, ellerinde eski tüfekler ve kuşaklarına yerleştirdikleri birer hançerleri vardı. Çok alenice bunların Arap olmadığı anlaşılıyordu. Çünkü çoğu kızıl, beyaz ve kejdi. Kandınlar da geniş ve renkli kıyafetler giyiyordu. Hepsi de samimice elimizi sıkıyordu. Kürtler Sami ırkından değil, onlar Hint-Avrupa ırkından ve dilleri Fars dili ile aynı gruptan geliyordu.
Barzani’nin hançeri
Mele Mustafa Barzani 65 yaşında, Kürdistan Demokrat Partisi Başkanı, 3 eş 15 çocuk babasıydı. Bizi gösterişsiz, çamurla sıvanmış bir evde karşıladı. Evin etrafında yüzlerce Kürt savaşçı (Peşmerge) oturmuştu. Oda döşenmişti. Bir köşede yüksek döşekler ve bataniyeler, diğer köşede ise bir karyola bulunuyordu.
Barzani’nin önündeki masanın üstünde cilt kremi duruyordu. Barzani bir çitf keskin göz, yumuşak bir bıyık ve burkulmuş kaşlara sahipti. Beline bağladığı kuşağın üstüne kayış bir kemer ve tabancası bulunuyordu. Uzun saplı bir hançer ve 40 santim uzunluğundaki ağaçtan yapılmış sigara ağızlığını da deri kemerinin arasına yerleştirmişti. Konuştuğunda ağzındaki altuni dişleri görünüyordu, güldüğünde ise gözlerinin kenarı kısılıyordu.
O, 3 bin şahsi savaşçısı olan bir aşiretin de lideriydi. Hayatı boyunca Irak rejimine karşı savaşmıştı. 12 yıl boyunca mecburen yurdundan uzakta, Moskova’da yaşamıştı. Siyasi görüşünde karar sahibi bir adamdı. Şimdi Irak Kürtlere otonomi vermeye ve dillerini tanımaya karar vermişti. Kabinedeki 5 bakan ve cumhurbaşkanı yardımcısı Kürt olacaktı.
Peki Barzani bunun gerçekleşeceğine inanıyor muydu? Buna cevaben; “Allah’ın izniyle” yanıtını verdi.
Barzani ilkin bize küçük bardaklarda çay ikram etti ardından yine küçük bardaklarda ağır demli Arap çayı ikram edildi. Barzani ile uzun bir söyleşi yaptık. Kürdistan Demokrat Partisi heyetine 34 yaşındaki Mahmud Osman başkanlık yapıyordu, o aynı zamanda tercümanımızdı.
Barzani ağır ağır konuşuyrdu, yorgun olduğu belliydi. Söyleşinin sonlarına doğru bir hata yaptım ki Asya’da, Japonya’dan Ortadoğu’ya kadar tüm bu topraklarda insanların hiçbir şekilde yapmaması gereken bir hataydı. Barzani’nin belindeki hançeri işaret ederek; “Hançeriniz çok güzel!” dedim. Ben azıcık da hançerinden bahsetmesini bekliyordum ki o kuşağından çektiği hançeri gelip ellerime bıraktı. Ben biraz mahçup ve birazda şok içerisinde; “Hayır, hayır” dedim.
Buradaki örf ve adetleri bir an için unutmuştum; bir yabancı bir eşyanıza karşı hayranlığını dile getirirse o eşyayı yabancıya sunar, hediye edersiniz. İçeride bulunanlar bu hançeri almam gerektiği konusunda beni aydınlattı. Ben böyle olduğunu bilmiyordum, bundan daha kötü olanı ise hediyeyi geri çevirmek veya götürmemek olacaktı. Büyük bir mahçubiyet ve en otoriter Kürt liderini zorda bırakmanın verdiği üzüntü ile dışarı çıktım. O hançer hala yanımda ve çalışma odamda asılı duruyor. Bantla bağladığım hançer olduğu gibi kınında duruyor ve hiç çıkarmıyorum.
Bağdat’a döndüğümüzde Finlandiya Büyükelçisi bizi akşam yemeğine davet etti. Birlikte finlerin orjinal dondurulmuş yemeklerinden yedik. Dışarı çıktığımızda gündüz 40 dereceyi bulan Bağdat az da olsa serinlemişti.
Daha sonra iki defa daha Kürdistan’ı ziyaret ettim. Rejim sözlerini tutmadı ve öncekilerden çok daha şiddetli bir savaş başladı. Savaş hakkında bir rapor hazırlamak için 1975’te İran sınırlarından dağlara ulaşmayı başardım. Askeri komutan bana şu soruyu sordu; “Şiddetli bir savaş mı sıradan bir çatışma mı görmek istiyorsun?”
Ben de öyle olurcasına sordum; “basit bir çatışma ne kadar sürüyor?” soruma cevaben; “Bir hafta” dedi. Ben de basit çatışmayı tercih ettim. Otomobil ile iki gün sürdü yolculuğumuz ve bir dağın başına ulaştık. Bir köyde bir gün bir gece bekledikten sonra küçük bir Peşmerge birliği geldi. Yanlarında İsveç yapımı Bofors marka eski bir hava topu vardı. Ayrıca cephalene sandıklarını yükledikleri bir el arabaları vardı.
Ertesi gün zırhlı bir araca binip cephaneleri de yükledikten sonra yola çıktık. Dağlarda ve kıvrım yollarda bir gün süren yolculuğun ardından bölgedeki vadilere hakim bir boğazda durduk. Vadinin sonunda eski bir kale vardı ki İngilizler tarafından inşa edilmiş olabileceğini tahmin ediyorum. Dürbünle vadinin aşağısındaki Irak askerlerini görebiliyordum. Büyük askeri araçlar kaleye girip çıkıyorlardı. Hava toplarını öne çektiler, yerini sağlamlaştırdılar. Ardından topu kurup gülleleri sıraya dizdiler ve atışa hazır hale getirdiler.
Askeri komutan topun arkasında onun yanında durmamı istedi. Ve atışlara başlamaları için talimat verdi. Patlama sesi ile irkildim, topun sesi dağda yankılandı ve diğer tarafta kalenin yakınında beyaz bir duman yükseldi. Komutan tekrar haykırarak atış emri verdi, bu defa kalenin bahçesinden toz duman yükseldi.
Dürbünle askerlerin nasıl kaçıştıklarını görebiliyorduk. O an başımızın üstünde uçuşan bir ıslık sesi duyduk ve bir top mermisi 50 metre uzağımıza düştü. Komutan gülerek; “Onlar da bizi görmüş” dedi. Bir top güllesi daha attık. İsabet! Aşağıdan siyah bir duman yükseldi. Bir otomobile isabet etmiş olmalı. Tam da o vakit güneş battı. Peşmergelerin çoğu namazlıklarını serip namaz kılmaya başladı.
Kaleden de karşı top atışlarına başladılar, toplar üzerimizden geçiyordu. Peşmergelerin yüzlerinde herhangi bir korku ifadesi görmediğim için peş peşe fotoğraf çekerek içimdeki korkuyu gizlemeye çalışıyordum. Hava iyice karardı. Aşağıdan birden top ve mermi atılmaya başladı, tıpkı yeni yıl kutlamalarında patlatılan havayi fişeklere benziyordu.
Komutan ve Peşmergeler yüksek sesle konuşuyor; “Bakın bu Araplar ne kadar da korkaklar” diyorlardı. Bu tam da o sisli vakitti ki Iraklılar Peşmergenin saldırısı karşısında ne yapacaklarını şaşırıyorlardı. Bu Kürtlerin liderinin “Büyük Savaş” dediği şeydi. Top ve techizatları topladık ve geldiğimiz kıvrım yollardan uzun sürecek olan geri dönüş için yola koyulduk.
...................
İsveç’in tanınan gazetecilerinden Herman Lindqvist yaklaşık 50 yıl bu meslekte çalıştı. Hayatı boyunca yüzden fazla ülkeyi gezdi, Kürdistan gibi savaş olan ülkeleri gezdi. Gezdiği yerler hakkında çok sayıda haber ve rapor hazırladı. Tarih konulu kitapları olan Lindqvist, anılarında Kürdistan ve Kürtlerin mücadelesinden saygı ile söz ediyor. Kürtler hakkında değişik gazetelerde farklı yazı ve makaleleri bulunuyor.
Çeviri: Necmi Orta