Baba Tahir Uryan’da Bilgi Kuramı (Epistemoloji)-(1)
“İlim delildir, marifet ona işaret eder; marifet geldiğinde ilim geçerliliğini yitirir, marifetle ilmin hareketliliği kalır… İlim delildir, hikmet ise tercümandır (çünkü) ilim genel bir davet, hikmet ise özel bir davettir... İlim cehaleti, hakikat ihtimali, Hak ise varlığı ortadan kaldırır. İlim hükümdür, hakikat ise hâkimdir… İlim, hakikatin davetçisidir… ” (1).
Baba Tahir, epistemolojiyi dört aşamalı bir yapı üzerine kurar: İlim, hikmet, marifet ve hakikat. Ona göre ilmin sınırları vardır ve bu sınırlar varlıkla mukayyet bir durumdur. Bilgi, fenomenler dünyasında varlıktan hareketle duyu verilerinin kognitif bir ilişkisidir. Varlık, her zaman için ilimden fazlasıdır. Bu nedenle sadece maddi olgular dünyasında, varlığın varlığına delil teşkil edebilir. Baba Tahir, varlığın fenomenolojik özelliğinden hareketle “İbareler hâsıl olduğunda işaretler yok olur.” demektedir. Bu aynı ilkeyi Aynu’l Kudat Hemedani de Baba Tahir’den harketle şöyle formüle eder “Mana hâsıl olduktan sonra kelimeler geçerliliğini yitirir.”
Fenomen (görünen varlık), dilin kalıplarına sığmayan bir derinlikten akıp gelir ve dil burada varlıkla sadece bir iletişim ve etkileşim aracıdır. Dilin sınırı ile mananın sınırı birbirine bitişiktir. Varlığın “hakikat” açısından idraki ancak “aşk” ve “vicdani bir idrak” ile mümkündür.
Varlığın dil ile ifadesi ancak onun görünüşüyle/işaretle gerçekleşir. Varlığın işaret haline/fenomene verdiğimiz isimden/ibareden sonra, işaretler ortadan kalksa bile zihinde onun tasavvuru kalır.
Bu nedenle varlık her zaman ibareden de işaretten de fazladır. Varlığın fenomenolojik belirişi, varlığın özsel zatı değildir. Bu nedenle varlık, salt dilsel kullanımlar üzerinden dile gelmez ve tanımlanamaz. Varlıkla kurduğumuz ilişkide duyu verilerine ve akla dayalı ilim bağlayıcıdır; bu nedenle ilim, bilen “özne” ile bilinen “obje” arasındaki mutabakatı sağlayan bir delildir. Bu mutabakat sağlıklı olduğu müddetçe hakikatle temasın temaşasının bir anlamı olabilir. Çünkü hakikat, değişmez sabit doğrular ve ilkelerdir. Mutlak hakikat ise Allah’tır.
İlim, özne ile nesne arasında akli yargıları oluşturur ve buna dair hüküm verir. Bilen özne ile bilinen nesne arasında “ilim” yol olur; yol olan ilmin göstergesi kelam (konuşmak, bilgiyi dile getirmek) olur. Varlıkla kurulan ilişkide hikmet, varlığın anlamına nüfuz etmektir. Hakikat ise tüm bunların üzerinde egemen olan sabitelerdir. Hakikatin müşahedesi ancak marifetle gerçekleşebilir. Marifet/irfan kavramı, genel olarak ariflerin epistemolojik sistemidir. Arifler, bilgi üretimini salt aklın ve dilin sınırları içinde kalınarak üretilemeyeceğini belirtirler. Bu nedenle bilgi üretimi irfani gelenekte büyük oranda “irfan” merkezli hareket eder ve bilgiyi elde etmenin esas yolu “sezgi, ilham, kalbe ilka, vicdani idrak”tır.
Bu durum, kadim irfan geleneğinin aklı dışladığı, bilimsel ve mantıksal düşünmeyi inkâr ettiği anlamına gelmez. Esas olarak kadim irfani gelenekte, varlığın salt bilgi derecesine indirgenerek gerçek anlamda anlaşılamayacağıdır. Asıl olan şey, varlığın idrak edilmesidir. Bu idrak, irfani bir tavırdır; akla yer veren ama aklı da mutlak belirleyici olarak kabul etmeyen bir tavırdır. Çünkü akıl ve dil, sınırlı oldukları için sadece aklın ve dilin sınırları içinde kalınarak varlığı, hakikati duyumsayamayız. Aklın ötesine de ancak akılla gidilir ama akıl ile akıl ötesini bağlayan sınırda aklın bırakılması gerekir. Aynü’l Kudat Hemedani’ye göre “Aklın sınırı, akıl ötesi tavrın başlangıcıdır… Manalar belli olduktan sonra lafızların bir önemi yoktur.” (2). Aklın sınırı ile akıl ötesi tavrın sınırları birbirine bitişiktir. Aklı, akıl ötesiyle olan bağını koparmak “vicdani idrakin” yitimi ve salt bir akılperestliktir.
Akıl, kendisini kendinden menkul bir cevher olarak konumlandırdığı andan itibaren varlığa tahakkümde bulunmaya başlar. Artık burada bir çiçek, kelebek, ağaç vb. doğanın tüm var oluş formları ilahi tecelli olmaktan çıkar ve salt bir maddiyata indirgenerek materyalistleşir. Materyale indirgenen varlık, geri çekilmeye başlar, insani bilinçle varlık arasındaki mutabakat kopar. Varlık, salt bir materyale indirgendiği için insanın da salt bir biyolojik makinaya indirgenmesi kaçınılmaz olur.
Varlık âlemiyle kurduğumuz ilişki neticesinde üç yolla bilgi elde ederiz: Beş duyu organı, haber ve akıl yürütme. Bu bilgilenme süreci de üç aşamadan geçer: İlme’l yakin, ayne’l yakin ve hakka’l yakin. “Kul önce ilme’l yakîn (akli deliller ve haberler) elde eder. Sonra kendisine haber verilen şeyin asıl mahiyetini kalp ve gözüyle müşahede (gözlem) eder.
Böylece o husustaki ilme’l yakîni, ayne’l yakîn olur.”13 İlme’l yakîn (akli deliller ve haberler) ile ayne’l yakînin (gözlem, müşahede) birlikte gerçekleşmesi ile hakka’l yakîn (kesin bilme) gerçekleşir. Mesela bizim şu anda cennet ve cehennemle ilgili bilgimiz ilme’l yakîndir. Buna, biz vahiyle inanırız. Mahşer gününde bunları görmemiz ise ayne’l yakîndir. Herkesin mahşerde kimseye zerre kadar haksızlık yapılmadan, dünyadayken yaptıklarının karşılıklarını alması da hakka’l yakîndir. Başka bir örneği yine İbni Kayyım el-Cezviyye’den aktaracak olursak bal görmemiş bir kişiye bal hakkında vereceğimiz bir bilgi ilme’l yakîndir. Daha sonra bu kişinin arıyı ve balı görmesi, balın arı tarafından nasıl yapıldığını gözleriyle görerek gözlem sayesinde bu bilgiyi kendisinin de müşahede etmesi ayne’l yakîndir. Kovandaki balı alıp tadına bakması, balı yemesi ise hakka’l yakîndir.
Hakikat yolculuğunda olan kişi sadece ilme’l yakin mertebesinde ise bu acizliktir/eksikliktir. Bu nedenle “İlmi görmek, müritlerin acizliğidir.” Fakat varlıkla kurulan ilişkide ilim, varlığın delilidir. Bu nedenle “İlimden çıkmak cehalettir, ilimle sebat etmek zaaftır, ilmin marifeti tevhittir.” Gözlemlediğimiz varlık âlemi için salt bilgi düzeyindeki var oluş açısından “İlim, zahirin zindanıdır.”
Yani fenomenolojik açıdan ilim, varlığın betimlenmesi olup bu betimleme fenomenin/görünen varlığın sınırlandırılmış halidir. Çünkü varlık, görünüşünden ve bu görünüşün dil ile ifadesinde her zaman için fazlasıdır. Heidegger’in ifadesiyle varlık, kendisini kapatarak açar. Varlığın, varlık hareketi, diyalektik bir işleyiş olup, varlığı var eden ilahi kudret bir taraftan kendisini dışarıya açarak/var ederek diğer taraftan da içe kapanarak gizler. Çünkü ilahi tecelli, yaratış bir defada olmuş bitmiş değil, daimi ve sonsuzdur. Bu nedenle varlık sırdır ve hep sır olarak kalacaktır. Bizler “sır” olan varlığın üzerindeki perdeleri ne kadar aralarsak aralayalım varlık hep bir “sır” olarak kalacaktır ve dolayısıyla bu “sırra/gize” saygı duymalıyız. (Derrida). İşte bu saygı, varlığın “vicdani idrakidir.”
(Devam edecek...)
Kaynakça ve Okuma
(1) Baba Tahir Uryan, Kelimâtü’l Qisar, Gürgün Karaman-Beşar El Ceryan, Bir Kitap, Malatya 2020, s. 25.
(2) Aynü’l Kudat Hemedani, Zübdetü’l Hakaik, Türkiye Yazma Eserler Kurumu, İst. 2016, s. 66,104.
(3) ^Martin Heidgger, Varlık ve Zaman.
(4) J. Derrida, Khora ve Çile.
NOT: Bu metin Rûdaw’da yayınlanan “Kürtlerde Felsefe Geleneği” yazı serisininin devamıdır.
(Yazılar, yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Rûdaw Medya Grubu'nun kurumsal bakış açısıyla örtüşebilir ya da örtüşmeyebilir.)