Dünyaya New York’tan bakmak

New York, gökyüzüne adeta kafa tutan ve durmaksızın bir kalbin ritmi gibi yaşar. Sokaklarında rüzgâr, insanlığın modern düşlerini fısıldar; her köşede bir hikâye... Broadway’in ışıltılı sahnelerinden Harlem’in caz tınılarına uzanır. Bu şehir, beton ormanında saklı bir şiirdir; gökdelenlerle dans eden hayaller ve hayaletler görürsünüz...

Central Park’ın yeşil sükuneti, Manhattan’ın kaotik nabzına karşı bir nefes sunar; burada zaman, hem sonsuz hem de bir anlık bir hevestir. Gece çöktüğünde, New York neon bir rüyaya dönüşür; Times Meydanı’nın renk cümbüşü, gözleri kamaştıran bir galaksi gibi pırıldar. Hudson Nehri, ay ışığınında ışıldar, şehir uykusuz bir ozan gibi mırıldar.

Özgürlük Heykeli, limanda sessiz, elinde meşaleyle her geleni kucaklayan, her gideni uğurlayan bir annedir. Brooklyn Köprüsü’nün telleri, rüzgârda bir arp gibi çalar, geçmişle geleceği birbirine bağlar. New York, bir sevda, bir isyan, bir destandır; her sokağında bitmeyen yanık şarkılar söylenir.

Modern zamanların adeta dünyamızın başkenti olan New York’u nasıl anlatmalı? Dünya ticareti, sermayesi ve siyaseti buradan yönlendiriliyor. Bu anlamda New York’un dünya başkenti olduğunu söylemek abartılı olmaz. Bir zamanlar göçmenler kenti olarak bilinen bu şehir, 20 milyonu aşan nüfusu ve baş döndüren modern mimarisiyle “Ben hükümdarım” edasıyla dünyaya hükmediyor. Havalimanından New York’un kalbi Manhattan’a doğru ilerliyoruz. Manhattan’ın merkezindeki Times Square ve devasa, ışıltılı reklam panoları, muhteşem modern kentleşme, gökdelenler insana bir güç gösterisini çağrıştırıyor.

Devasa Pennsylvania adlı otele çantamı bıraktıktan sonra planıma göre kenti gezmeye başlıyorum. Zamanımı iyi değerlendirmeli, bu kenti altı günde didik didik etmeliyim. Meşhur sanat ve tarih müzeleri, Göçmenler Müzesi, sanat galerileri, Özgürlük Anıtı, parkları, cetvelle çizilmişçesine düzgün, iki yanı gökdelenlerle yükselen kilometrelerce uzanan bulvarları, varsa yoksul mahalleleri, ünlü parkları ve ilk yerleşim alanlarını keşfetmeliyim.

İkinci gün, Columbia Üniversitesi’nde Kürt sorununa dair bir etkinliğe katılıyorum. Esaretten kurtuluşun sancılarını yaşayanlar bu yüzyılın başında Kürtlerin yurtlarının tapusuna kavuşacağı zamanlar olacağını biliyoruz. Gazetecilik ve farklı nedenlerle çok sayıda dünya başkentini gezdim, ancak hiçbir kent bende New York’un uyandırdığı kadar farklı duygular bırakmadı. Antik Roma gibi antik ve Ortaçağ mimarisiyle, gotik ve barok estetiğiyle bezeli kentlerin hayranı olsam da, şimdi kristal kazıklar gibi göğe yükselen bu gökdelenler kentine çağının muhteşemliğiyle bakıyorum.

Artan nüfus, üretim ilişkileri ve güç gösterisi bağlamında New York’u anlamaya çalışıyor, uygarlıklar arasında karşılaştırmalar yapıyorum. Herkesin aşina olduğu, New York’la özdeşleşen bir fotoğrafı hatırlatmak istiyorum: “Gökyüzünde Öğle Yemeği”. 20 Eylül 1932’de, Rockefeller Merkezi’nin inşaatında çalışan işçilerin, yerden 250 metre yükseklikte bir çelik kiriş üzerinde öğle yemeği yerken çekilen bu ikonik kare, hem fotoğrafın anı nasıl ölümsüzleştirdiğini hem de New York’un gökdelenlerinin öyküsünü anlatıyor. Bu fotoğrafın çekildiği yerde kahvemi yudumlarken, o anı hayal ediyorum. Her kente bir de yukarıdan bakmalıyım.

Bu yüzden Empire State Binası’na çıkıyorum. Bu yağmursuz, berrak havada New York’u doyasıya seyrediyorum. Okyanusla iç içe geçmiş çelik köpükleriyle, kapitalizmi en mükemmel biçimiyle temsil eden 80-90 katlı gökdelenler ve göz alabildiğine uzanan yapılar… İnsan, “Bu gidiş nereye?” diye sormadan edemiyor. New York, çok katmanlı ve çok yüzlü bir şehir. Sınıf farklarının uçurumlar oluşturduğu, kısa sürede milyoner olunan ya da ömür boyu hizmet sektöründe kalanların yaşadığı bir keşmekeşlik… Avrupa Birliği ülkelerindeki kadar sosyal devlet anlayışı burada pek gelişkin değil, ama düşünce özgürlüğü yazılı ve sözlü olarak sorun teşkil etmiyor. Adeta bir özgürlükler ülkesi; hükümeti ve devleti dilediğinizce eleştirebilirsiniz.

Burada yeraltı başka bir alem. Eğlence merkezlerinin yanı sıra hayatta dibe vurmuşların da bulunduğu garip bir dünya… Yer üstünde ise alışveriş merkezleri, mağazalar, bankalar, restoranlar ve her renkten insan kalabalıkları… Katlar yükseldikçe yerli ve uluslararası şirketlerin ofisleri, oteller, lüks daireler… New York, dünya ticaretinin başkenti olarak oldukça kozmopolit; her ırktan, her renkten insanın harmanlandığı bir dünya. Sadece ticaret merkezi değil, Hollywood sinemasının ilham kaynağı olan cinayetleri ve entrikalarıyla da ünlü. Robert De Niro’nun başrolünde oynadığı Taxi Driver gibi filmler ya da mafya efsanesi Baba, New York’un başka yüzlerini yansıtıyor. Çocukluğumun filmlerindeki macera dolu Harlem semti ise artık eski mizacını yitirmiş. O aksiyon filmlerinin trajedilerle dolu sahneleri, Harlem’in sokaklarından taşmış. Gayrimenkul fiyatları o kadar artmış ki, Harlem’in yoksul ve ötekileştirilmiş havası yerini zengin bir semt kimliğine bırakmış. Otel lobisinde Türkiye’den gelen iki grupla karşılaşıyorum. Karadenizli iş adamları, “Köyden indim şehre” şaşkınlığını yaşıyorlar. Haksız da değiller; Sinop’tan New York’a gelmek başka bir dünyaya adım atmak gibi. Kentin sadece büyüklüğü değil, modern kentleşme ve toprağın bile altında ezildiği hissini veren ışıltılı, göğe yükselen mimarisi, güç ve hükümranlığı anlatıyor. New York, Roma, Londra, Barselona ya da Paris gibi farklı uygarlık çağlarını estetize edilmiş sanatsal mimarisiyle anlatmıyor.

Çünkü daha 250 yıl önce bu devasa gökdelenlerin yerinde Kızılderililerin çadırları vardı. Mimaride, yemede içmede, kazanma hırsında ve tüketimde kendini hissettiren bir doymazlık, insana soğuk ve ürkütücü gelebilir. Her şey dört boyutlu, her şey dikey ya da yatay, göz alabildiğine dümdüz. Ama bu kent, geriyi değil ileriyi düşündürüyor. Her şey adeta postmodern… Kentin yüksek enerjisi, zamanla yarışı ve tepeden bakan temposu insanı içine çekiyor. New York’u, Roma İmparatorluğu’na benzetiyorum; güç ve modern uygarlığı temsil ediyor. Times Meydanı’ndaki yanıp sönen dev reklam panoları, ünlü markaları hafızalara kazımak için var. İşte bu postmodern uygarlık, dünyayı yönetiyor.

New York uyumuyor

Sabah erken kalkıp caddelere atıyorum kendimi. Güneşli bir gün, ama gökdelenlerin yüksekliği güneşle temasımı zayıflatıyor. Geziye çıkmadan önce sağlam bir kahvaltı yapmalıyım. Ayaküstü yemek satan büfeler ve snack barlar tıklım tıklım. Sandalyeye oturup bir şeyler yiyebileceğim bir yere dalıyorum. Çorba çeşitleri, etli pilav, istiridye ızgara, mısırlı börek, çilekli kek, pastırma, çavdar ekmeği, katman katman hamburgerler ve yarım metre genişliğinde dev pizzalar… Coca-Cola ve sayısız şekerli, sütlü, gazlı içecek… 200 yıl boyunca ülkeye akan göçmenler, mutfak kültürüne hem lezzetli yemekler hem de kolesterolü yükselten tek tip atıştırmalıklar katmış. Hal böyle olunca, obezitede Amerika şampiyonluğunu açık ara koruyor. New Yorkluların damak tadı her yerden biraz barındırıyor. Yemek, birkaç kişi bir araya gelince çoğu zaman muhabbet vesilesi oluyor. Mutfağı da halkı gibi kozmopolit: Fransız, İrlandalı, Yahudi, Çin, Japon, Meksika, İngiliz ve Hint yemekleri…

Kahvaltıdan sonra kenti daha iyi görmek için üstü açık, iki katlı otobüs turuna katılıyorum. Rehber, kentin ve gökdelenlerin özgün hikayelerini anlatıyor. Doğrusu, rehberden çok şey öğreniyorum. Akşam yaklaşıyor, paylaşmam gereken önemli bir görüşmem var. Cenevre’de Birleşmiş Milletler’den tanıdığım, isminin yazılmasını istemeyen, birçok dil bilen ve Ortadoğu uzmanı bir Amerikalıyla, bir gökdelenin 78. katındaki restoranda buluşuyorum.

Güvenlik kontrolünden geçip, tamamen cam ve çelikten yapılmış, ışıltılı mekana cam kenarında oturuyorum. Yükseklik korkusu olanlar bu katlarda yaşayamaz. O sırada aklıma 11 Eylül saldırılarında bir anda yığına dönen İkiz Kuleler geliyor. Yerine, 104 katlı, 541 metre yüksekliğinde, insanı hayrete düşüren yeni bir gökdelen dikmişler. Amerikalı, “Bak, İkizler bir evlat doğurdu,” diyerek gösteriyor. Gerçekten muhteşemdi. Yeni binanın 100. katındaki seyir terası, ziyaretçilerine eşsiz bir New York manzarası sunuyor. Hal hatır faslından sonra yemekleri sipariş ediyoruz. Sohbetimiz devam ediyor. “Bu işlerin buradan yürütüldüğü sır değil, asıl benim sana sormam gerekenler var,” diyorum. Ortadoğu, Kürtler, İslam fenomeni, Batı-Doğu karşılaştırmaları yapıyoruz.

Ortadoğu’nun karanlığında, Batı’nın demokratik ve çoğulcu değerlerini en iyi Kürtlerin temsil ettiğini, özgürlükleri, çoğulculuğu ve demokrasiyi esas aldıklarını, vicdanı dinlerden üstün tuttuklarını, Güney Kürdistan ve Rojava örnekleriyle anlatıyorum.

Kürtlerin ABD ve Batı müttefiki olduğu ve bunun daha da önem kazanacağı konusunda hemfikiriz.Vedalaşırken, “Bu kenti bir de gece gezmeliyim,” diyor ve vedalaşıyorum.

New York uyumuyor, adeta uğulduyor. İmparator kalmak için uyumayacaksın. Dijital çağda borsa, ticaret devam ediyor, uyumuyor ve dünya dönüyor. Teknoloji geliştikçe dünya küçülüyor, zaman kavramı değişiyor, gece gündüz birbirine karışıyor.

Pentagon’da binlerce stratejist vardiyalı çalışıyor. Her ülkenin bir masası var; veriler bilimsel yöntemlerle değerlendiriliyor, çıkarlar hesaplanıyor, riskler en ince ayrıntısına kadar dikkate alınıyor. Ve artık Pentagon’da Kürtlerin de bir masası var.

Manhattan, kentin kalbi. Bu bölgeyi üçe ayırmak mümkün. Manhattan’ın 14. Street ile adanın ucu arasındaki bölge Downtown olarak bilinir. Bugün gemiyle Özgürlük Anıtı’nı ziyarete gidiyorum, ardından Göçmenler Müzesi’ni gezeceğim. Özgürlük Anıtı’na bir ressam gözüyle bakıyorum. Hangi koşullarda, ne tür malzemelerle, hangi düşünsel ve estetik kaygılarla yapıldığını merak ediyorum.

Heykel sanatının yontma, kabartma, döküm gibi pek çok tekniği var, ancak 93 metre yüksekliğindeki bu devasa heykelin yapımı hiç kolay değil. İçini ve dışını yakından görüp dokunuyorum. Liberty Adası’nda yükselen Özgürlük Anıtı, ABD’nin en büyük sembollerinden biri. 1886’da, ABD’nin kuruluşunun 100. yılı vesilesiyle Fransa devleti tarafından hediye edilen heykel, elinde meşale taşıyan bir kadını resmediyor. Kadının başında, yedi kıtayı ve yedi denizi simgeleyen yedi dikenli taç, sol elinde ise Amerika’nın Bağımsızlık Günü olan 4 Temmuz 1776 tarihinin kazılı olduğu bir kitabe var. Heykeltıraş Frederic Bartholdi, bakır ve çelikten oluşan iskeleti, Paris’teki Eiffel Kulesi’ni yapan Gustave Eiffel ile birlikte tamamlamış.

Heykelin yüzünü annesi Charlotte’unkine benzetmiş. Görünce duygulanıyorum ve annemi hatırlıyorum. 1886’dan beri New York’ta bulunan bu anıt, her sabah güneş ışınlarıyla parlıyor ve meşalesini doğuya dönük tutuyor.

Gemimiz Ellis Island’a hareket ediyor. 1800’lü yıllarda başlayan umuda yolculuklar, yeni bir hayat kurma hayaliyle yoğunlaşmış. Öyle ki, devlet, göçmenlerin geçiş işlemlerini Ellis Island’da yapmaya karar vermiş. 1 Ocak 1892’den 12 Kasım 1954’e kadar bu ada, dünyanın dört bir yanından gelen göçmenler için bir transit merkezi olmuş. 62 yılda yaklaşık 12 milyon göçmen buradan geçmiş. Ancak bu geçişler kolay olmamış; kabul edilmeyenler ülkelerine geri gönderilmiş, bazıları yüzerek karaya çıkmaya çalışırken boğulmuş, aşklar ve aileler bölünmüş, umutlar okyanus sularına gömülmüş.

Ellis Island, bu yüzden “Gözyaşı Adası” olarak anılıyor. Şimdi bir açık hava müzesine dönüştürülmüş. Gemimiz Manhattan’a dönüyor. Bu haşmetli ve keşmekeşli kente bakarken duygulanıyor, geçmişle gelecek arasında gelgitler yaşıyorum.

Hayat ne garipliklerle dolu… 1626’da Hollandalı beyaz adamlar, bugünün bir dükkan fiyatına, New York’u Kızılderili kabile reisinden satın almışlar.

New York’un Finans Bölgesi, yüksek binalar, yüksek fiyatlar ve yüksek tansiyonla tanımlanabilir. Gökdelenler, bu bölgeyi kentin en dikkat çekici semtlerinden biri haline getiriyor. Gün içinde ışık hızına ulaşan bir hareketlilik var. Manhattan’ın göbeğindeki Central Park’ı duymuşsunuzdur; inanılmaz büyüklükte bir parkta göller, bisiklet yolları, piknik alanları, lunapark, konser ve sinema alanları bulunuyor.

New York, dünyanın en büyük doğal limanlarından birinin üzerine kurulu. Bir göçmen kenti olduğundan, yaklaşık 170 farklı dil konuşuluyor ve her üç kişiden biri ABD dışında doğmuş. İngilizce çeşitli aksanlarla konuşulurken, İspanyolca da oldukça yaygın. Little Italy’de İtalyanca, Chinatown’da Çince duyuluyor. 50 devletten biri olan New York diğer eyaletler gibi kurumları, güvenlik teşkilatı ve hatta yasalarıyla özerktir.

New York’un sanat dünyası uzun bir hikâye. Harlem Rönesansı, soyut ekspresyonizm, hip hop, punk, salsa gibi pek çok kültürel hareketin doğum yeri. 24 saat açık metrosu ve yoğun trafiğiyle “Hiç Uyumayan Şehir” unvanını almış. Yılda on milyonlarca turist burayı ziyarete geliyor. Kuyruklar görüyorum, genellikle indirimli mağazaların, sergilerin, müzelerin, müzikhollerin, sinemaların ve tiyatroların önünde oluşuyor. Taş yapıdaki tarihi merkez postanesinin önünden geçerken, adolesan yaşlarda okuduğum dokunaklı bir aşk öyküsünü hatırlıyorum. Yazarını anımsayamasam da, 1. Dünya Savaşı koşullarında mektuplarla başlayan bir genç kadın ile genç erkeğin aşkı. Birbirlerini hiç görmeden mektuplar yoluyla aşık olan ve yıllarca süren mektuplaşmalardan sonra nihayetinde Avrupadan gelen adam genç kadın ile New York tarihi postahanesinin önünde upuzun bu taş merdivenlerde mutlu sonla biten o muhteşem hikâye aklıma geliyor. Dünya ne kadar küçükmüş, diye düşünüyor ve duygulanıyorum.

Akşam, Kığılı güler yüzlü Ezman’ın barına davetliyiz. Ezman bizi içten karşılıyor. Büyük meşe ağacından yuvarlak bir masanın etrafında epey vasıflı bir grup Kürd ile buluşuyoruz. New York’ta tiyatro okuyan ve bu alanda tez hazırlayan Mustafa ile sanatı konuşuyoruz. Kentte yılda ortalama dile 300 oyun sergileniyor, her gece 200’ü aşkın film gösterimi ve bir o kadar konser düzenleniyor. Yüzlerce farklı sanat sergileri...

Amerika’daki Kürtlerin çoğu eğitim ve ticaret için burada. Son yıllarda siyasi mülteci akını da var. Dört parçadan on binlerce Kürt olduğu tahmin ediliyor. Okumak, yüksek lisans ve doktora yapmak isteyenlerin oranı yüksek; bu yüzden önemli akademisyen ve bilim insanları var. İnsan, doğup büyüdüğü yurdundan ne kadar uzaklaşırsa uzaklaşsın kopamıyor. Kökleri, toprağından, suyundan, havasından aldığı moleküllerle beyninde ve ruhunda taşınıyorsun. Sanatçılar, nereye giderse gitsin, çocukluğunun özlemlerini ve duygularını eserlerine yansıtıyor.

Günlerim doldu. New York Havalimanı’na gidiyorum. Devasa gökdelenleri, keşmekeşliği, cıvıl cıvıl sokakları geride bırakıyorum.

(Yazılar, yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Rûdaw Medya Grubu'nun kurumsal bakış açısıyla örtüşebilir ya da örtüşmeyebilir.)