Şara’nın şükrü ve Suriye bilmecesi
Kim bilir, belki de tam bir yıl önce bugünlerde, Suriye’deki belirsiz geleceği için "istihare namazı" kılıyordu; ancak geride kalan yıla dönüp baktığında, bugünlerde "şükür namazı" kılması hakkıdır.
Suriye Devlet Başkanı Ahmed Şara’dan bahsediyorum; bu yılki Doha Forumu’nun tartışmasız yıldızı olarak sahneye çıktı. Bakanlar, üst düzey yetkililer gelip geçti ancak hiçbiri onun kadar ilgi odağı olmadı. Christiane Amanpour’un kendisiyle röportaj yaptığı Defne Salonu hıncahınç doluydu.
Ağır ve kendinden emin adımlarla, biraz da gecikmeli girdi salona. Geçmişini ve fikirlerini savunurken bazen mazeretlere sığındı, çoğu zaman ise hiciv ve espriyle karşılık verdi. Beden diliyle adeta şunu haykırıyordu: "Ben geçen yılki adam değilim, yere eskisinden çok daha sağlam basıyorum."
Aslında Şara’nın bu denli öne çıkışı, sadece şahsı veya geçmişiyle ilgili bir durum değil; daha ziyade ABD doktrinindeki değişimin bir özeti sayılabilecek jeopolitik bir kırılmanın sembolüdür: Rejimleri değiştirme siyasetine son verilmesi ve bölgenin kaderinin bölgesel bir sisteme devredilmesi. Donald Trump’ın Şara’yı "cesur" olarak nitelendirmesinin arkasında yatan da budur.
Tam da o anlarda, salonun bir başka köşesinde Trump’a yakın isimlerden Thomas Barrack, medyanın karşısında Ortadoğu için kendi reçetesini formüle ediyordu. ABD’nin rejim değiştirme sevdasından vazgeçmesi, Şara’nın desteklenmesi, Sudani’nin Irak’ta kalması, bölge ülkelerinin İsrail ile barışması ve hatta İran ile anlaşma... Sanki bu coğrafyanın tüm sorunları sadece ABD’nin varlığına ya da yokluğuna endeksliymiş gibi! Her ne olursa olsun; ABD, Körfez, Türkiye ve hatta Avrupa’nın utangaç desteği, Şara’nın o özgüveninin ana dinamosu gibi görünüyor.
Eski radikal İslamcılar bazen söz bulmakta zorlanmazlar, dahası insanların tahmin edemeyeceği kadar pragmatik olabilirler. Şara, iktidardaki bekasının ideolojik romantizme değil, büyük güçlerle uyuma bağlı olduğunu çok iyi biliyor. Suriye’nin yeniden imarı için 250 ila 400 milyar dolara ihtiyacı var ve ABD ile İsrail’in rızası olmadan bu paranın bir hayal olduğunun farkında. Tam da bu yüzden, Golan Tepeleri ile ilgili "1974 Anlaşması"ndan bahsedip bunu "başarılı" olarak nitelendirdiğinde, Tel Aviv’e doğrudan şu mesajı gönderiyordu: "Ben bir tehdit değilim, istikrarın anahtarıyım."
Röportajda Christiane Amanpour’un soruları da tıpkı Amerikan siyaseti gibi Şara’nın hatırını sayar nitelikteydi ve ona platformu (söyleşiyi) kullanması için alan açtı. Şara, "terörist geçmişi" hakkındaki soruyu zekice bir manevrayla siyasi imajını aklama fırsatına çevirdi: "Terör siyasi bir kavramdır; Gazze’de binlerce masumun öldürülmesi neden terör değil de onların direnişi terör oluyor?"
Şara, yeni Suriye’nin bir kabile devleti olmayacağını ve "muhasasa" (kota) sisteminin işlemeyeceğini savundu. Suriye’nin rayına oturması için beş yıla ihtiyaçları olduğunu söyledi ancak gülerek "Henüz bir yılı gitti" diye ekledi. Bu tavrı, "Yeni Suriye benim Suriye’mdir ve şimdilik yerim rahat" der gibiydi. Salondakiler de sık sık sanki bir parti kongresindeymişçesine alkış tutuyordu.
Şara; Dürzilerin, Alevilerin ve Kürtlerin gelecekteki statüsüne dair detaylara girmedi. Sadece salon çıkışında Rûdaw’dan Senger Abdurrahman ve ekibine ayaküstü "Birleşeceğiz" demekle yetindi.
Ancak hemen ardından Türkiye Dışişleri Bakanı Hakan Fidan konuştu ve kördüğümün üzerindeki perdeyi kaldırdı. Fidan, spesifik olarak Demokratik Suriye Güçleri (DSG) içerisindeki "yabancı kadrolardan", gücün büyüklüğünden ve Öcalan’ın rolünden bahsetti.
Ankara’nın şu anki temel şartı, "yabancı kadroların", yani DSG’nin omurgasını oluşturan Suriyeli olmayan komutanların çıkarılmasıdır. Daha önce Mazlum Abdi, "PKK’nin çekilmesi" düğümünü İmralı’nın sorumluluğuna havale etmiş, Öcalan da son dönemde bu sorunu çözebileceği mesajını vermişti. Ancak Fidan, Doha’da buna çok da bel bağlamadıklarını açıkça ortaya koydu: "Öcalan’ın sözlerinin [PKK nezdinde] kabul görüp görmeyeceğini bilmiyorum, çünkü bir önceki sefer etkili olmamıştı."
Fidan’ın bu şüphesi, şu can alıcı soruyu gündeme getiriyor; Eğer Ankara, İmralı’nın Kandil ve Rojava’yı kontrol edebileceğine inanmıyorsa, devam eden bu "süreç" ile ne yapmayı planlıyor? Süreç başarısız olursa, bu durum her iki taraf için de savaşın geri dönüş çanlarının çaldığı anlamına gelmiyor mu?
(Yazılar, yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Rûdaw Medya Grubu'nun kurumsal bakış açısıyla örtüşebilir ya da örtüşmeyebilir.)