Baba Tahir Uryan’da Bilgi Kuramı (Epistemoloji) - (2)

Baba Tahir’in ilhamı (bilgisi/ilmi) derin bir “ahhh”tan çıkıp gelir:

Xwedêyo! Çi bibêjim çi nebêjim? (Allah’ım! Ne diyeyim ne demiyeyim?)

Tu feqîriya min zanî, çi bibêjim? (Sen fakirliğimi biliyorsun, ne diyeyim?)

Ger bi daxwaz im bide haceta min (Eğer talipsem ver hacetimi)

Eger min mehrûm bikî ez çi bikim? (Eğer beni mahrum edersen ben ne yapayım?)

 

Baba Tahir, kendi çağının kurumsal ve otoriter düşünme kalıplarını aşan çok yönlü bir düşünürdür. Sistematik birer yapı haline gelen politik ve mezhebi düşünmelerin dışında, onun düşünme ve bilgiyi elde etme yöntemi “hakikatin doğrudan idraki”ne dayanır ve bu öznel bir deneyim olduğu kadar, öznelliğin nesnel olanı da belirlediği bir yaklaşımdır.

Be sehrâ bingerem sehrâ te wînem (Sahraya bakınca seni görüyorum,)

Be deryâ bingerem deryâ te wînem, (Deryaya bakınca seni görüyorum,)

Be her câ bingerem kûh û der û deşt, (Dağ, diyar, çöl, her nereye baksam)

Nişanê ez qâmetê re’nâ te wînem. (Hoş endamının bir alametini görüyorum.)

İşte bu “görüyorum” vurgusu, varoluşun bağrına derin sondajlar sonucundaki derinden çıkıp gelen bir “ahhh!” ve anlamı söküp getirmedir. Baba Tahir bu yönüyle kendi çağının otoriter kalıplarını aşan ve bugün için de bu özelliğini hala koruyan arif/düşünür bir şahsiyettir. Onun bu bilgi anlayışını kavramak için bir nebze de olsa dönemin hâkim yapısını da görmek gerekmektedir.

Baba Tahir’in “Kelimat’ül Qisar” (Özlü Sözler) adlı eseri 421 sözden oluşmaktadır. Esas aldığımız kaynak Muhammed bin İbrahim'in Kelimât’ül Qîsâr şerhidir. Bu şerh, Dr. Cevad Maksut tarafından tahkik edilmiş ve onun editörlüğünde yayınlanmıştır. “Kelimat’ül Qisar”  bu neşirde elli bölüme ayrılmış ve birinci bölüm “İlim Babı” olarak tasnif edilmiştir. İlim babında otuz altı “Kelimat’ül Qisar” vardır.

Fakat Baba Tahir’in bilgi anlayışı eser boyunca kendisini bir bütünlük içinde devam ettirir. Onun İbn-i Sina (980-1037)  ile çağdaş olduğunu ve dönemin entelektüel üretiminin bilgiye dair ve bilgiyi elde etme yöntemlerini dikkate aldığımızda gerek İbn-i Sinacı gerekse Baba Tahir Uryan çizgisindeki irfani gelenekte “otoriteye dayalı taklidi bilgi” değil “otorite dışı özgür bilgi” yaklaşımını esas aldıklarını görürüz.

Otoriteye dayalı bilgi, mezhepler tarafından ve birer yapı olarak inşa edilen bilgi olup kendi dönemi içinde bu yapıların dışında düşünmek, bilgi üretmek tarih boyunca dışlanmış olup burada da bu dışlanmaya en çok uğrayan İbn-i Sina olmuştur. Gazali (1058-1119), Selçuklu saltanat sisteminin meşrulaştırıcı dini-politik bir figürü olarak hedef tahtasına İbn-i Sina’yı koymuş ve onu açıkça tekfir etmiştir.

Diğer taraftan Nizamiye Medreselerini kuran ve bu medreselerin başına Gazali’yi getiren Selçuklu Veziri Nizamü’l Mülk (1018-1092) de politik bir figür olarak aynı tavra sahiptir. Nizamü’l-Mülk, Sultan Alparslan ve Melikşah dönemleri boyunca yaklaşık elli yıl boyunca vezirlik yapmıştır. Nizamü’l-Mülk, Büyük Selçuklu Devleti'nin veziri, siyaset ideologu ve teorisyeni olup siyasi olarak kendi döneminin politik dâhisidir. İmam Gazzali gibi döneminin zirve ismidir.

Büyük Selçuklu Devleti'nin yöneticisi Sultan Alparslan döneminde (1063/1072) vezirliğe getirilmiştir. Sultan Alparslan’ın oğlu olan Melikşah döneminde ((1072/1092) de vezirliği devam etmiş ve 1091 yılında bir suikaste kurban gidinceye kadar bu görevini devam ettirmiştir. Uzun yıllar boyunca yaptığı vezirlik görevinde Büyük Selçuklu Devleti'ni devlet yapan kişidir dense yeridir.

Akide açısından Eş’ariliği esas alan Nizamü’l Mülk, bu düşüncenin yaygınlaşması için ilmi ve ulemayı devletin kontrolüne almıştır. Burada ilim artık “otoriter ve politik”tir. “Yeryüzünde dosdoğru olan, Allah’ın rahmetinin üzerlerinde olduğu iki mezhep vardır: Şafii ve Hanefi. Geri kalanlar sapkın ve boştur (1).” diyerek bu iki mezhebi görüş dışındaki tüm görüşleri reddetmekle kalmaz, onları tekfir eder. Ona göre hükümdarların temel görevi Şafii ve Hanefi dışındaki sapkın mezheplerle mücadele etmektir.

İşte Baba Tahir, bilginin bu kadar katı ve otoriter bir yapı olarak dayatıldığı bir zaman-zeminde yaşamış ve kendi bilgi kuramını da bu otoriter olanın dışında inşa edebilmiş nadide bir ariftir.

Baba Tahir düşünce, ilham, sezgi, idrak ve ilham dünyasında “işaret, duyular, his, ibare”; “ilim, hikmet, hakikat, marifet”; “zahir, batın, müşahede ve aşk” dairelerinden hareket ederek bu kavramların imlediği anlam dünyasına dalar. Her bir kategorideki kavram, her “Kelimat’ül Qisar”da öyle bir örgüyle inşa edilmiştir ki bu “Kelimat’ül Qisar”ın her biri için sayfalarca açıklama yazmak mümkündür. Örnek olması açısından şunları aktarmakla yetiniyoruz şimdilik: “8. Kelime: İlim, zahirin zindanıdır. Müşahede, batının zindanıdır.” “11. Kelime: İlmin göstergesi kelamdır, aşkın göstergesi susmaktır.” “19. Kelime: İlim hükümdür, hakikat ise hâkimdir.” “32. Kelime: İlim, hakikatle uyuşursa kazançtır, nefisle uyuşursa hüsrandır.”

“İşaret”, varlığın iz bırakan görünüşüdür. Varlık âlemi daima bir kevn-fesat (oluş ve bozuluş) halinde olduğu için sabit bir olgu değildir. Varlık daim bir seyr halinde, kemale/yetkinliğe doğru asli kaynağına doğru hareket halindedir. Bu nedenle varlık, Baba Tahir’de “aletheia” olup, olmuş bitmiş bir şey değil, kendisini bir taraftan açarken diğer taraftan kapatarak var eder. (Hedidegger).

Dolayısıyla burada varlığa dair “işaret, duyular, his ve varlığa ad verme olarak “ibare” hakikatin idraki için yeterli olmayıp varlığa dair hakiki bir idrak ancak aşkla, marifetle mümkündür. Burada “ilim” gerekli olan alt bir mertebedir ve bu mertebede irade eden biri için ilim (mürit) acziyettir.  Çünkü ilim, dış dünyada (zahir olan ) duyu verilerimizle algıladığımız maddi fenomenlerden elde ettiğimiz bilgidir. Görünürde olan, görünen, belli, açık olan her şey zahir olandır. Zahir olarak algılanan varlık, ilmin nesnesi olduğu için zahir olan için ilim onu kuşatan, sınırlandıran, tanımlayan bir zindan olur.

Oysaki zahir olan, görünüşünden fazlasıdır. Çünkü bu kâinat Allah’ın “kevni ayeti” olup O’nun aynasıdır. Müşahede ise batının zindanıdır. Müşahede dış dünyanın, maddi görünümlerin gözlemi olduğu için aklın zorunlu ve doğası gereği kabul ettikleridir. Gözlemler kesin bilgi içerirler. Gözleme dayalı bilgiler de mantıksal önermelerle akli yargılar oluştururlar. “Batın” kavramı sufi/irfani gelenekte merkezi bir kavram olup “bir şeyin iç kısmı, derinliği, karın” anlamlarına gelir. Ceviz-kabuk ilişkisi… Dış görünüş, derinde olan için zindandır. Çünkü dış görünüş, yüzey veya kabuk, derin olanın taşmasına, tecelli etmesine engeldir. Bu nedenle müşahede (gözlem) batının zindanıdır.

Dolayısıyla “Allah, tüm duyuları ilmin zindanına hapsetmiştir ve hiçbir duyu zindanından ilim olmadan çıkmamalı çünkü kim duyularını ilimsiz bir şekilde zindanından çıkarırsa kendisi de ilim zindanından çıkarak isyan edip haddi aşmıştır.” Bir kişinin ilim sahibi olup olmadığı onun ne konuştuğuyla açığa çıkar. İlim sahibi olan insan, sahip olduğu bilgiyi konuşarak dile getirir. Çünkü bilgi, somut dünyadan ya da aklın birtakım soyutlamalar yapmasıyla ortaya çıkar. Yapısı duyu, haber ve akla dayandığı için kendisini de konuşarak gösterir. Aşk ise bilginin yetmediği bir alan olup, ilham, sezgi ve irfandan beslenir.

Bu nedenle lafızların ulaşmadığı bir anlam denizidir. Aşk, kelimelerin kifayetsiz kaldığı kalbi bir kararıdır. Aşk, bu dünyalı değildir; ilim, bu dünyalıdır. Aşkın vatanı gurbet, ilmin vatanı varlıktır. Aşk varlık değildir, bir oluş halidir. İlim sabit, aşk kaygan bir zemindir. İlim karar kılmak, aşk gerilmektir. Bu dünyalı olmayan, zeminsiz, vatansız, gurbette bulunan, oluş halinde olan aşk, kanatsız bir uçma cesaretidir. Uçan kuşlar kanatlıdır. Bu akli bir kesinlik kabulüdür, zorunludur. Kanatsız uçmaya cesaret etmek meczubane bir tutumdur ve her âşık meczuptur. Aşk, bu evrenin sınırlarını zorlayarak evrenin dışına taşmaktır. İlim/bilgi ise bu dünyayla yetinmektir. Bu yetinme ise “varlığı” salt bilginin nesnesine indirgediği için yeterli değildir. Varlığı, bizzat varlık olarak idrak etmek ancak ilim mertebesinden sonraki mertebeler olan “aşk ve marifet” mertebesinde mümkündür. Bu mertebelerde varlık âlemi, kozmik/evrensel bir bütünlük içinde idrak edilir.

İlim, varlıkla kurulan ilişkide “yol, taşıyıcı, deneme, gösterge, bir şey hakkında hüküm verme, Hakk’ın tuzağı olan hayırlı haberler, sınav, dünyevi, hakikate davet eden bir araç ve elçi, marifet ehlinin tacı vb.” özellikleri taşır. Tüm bu örgü içinde “ilim, hakikatle uyuşursa kazançtır ve ilme sarılan kurtulmuştur.” Sonuç olarak “İlmi, cahilce kullanmak kibir; ilmi, ilimle kullanmak hakikat; ilmi marifetle kullanmak var oluştur.” (2).

(Devam edecek)

 

NOT: Bu metin Rûdaw’da yayınlanan “Kürtlerde Felsefe-İrfan Geleneği” yazı serisininin devamıdır.

 

(1)          Nizam’ül-Mülk, Siyasetname, Türkiye İş Bankası Y., İst. 2010, s. Xviii

(2)          Baba Tâhir Uryân, Kelimât’ül Qisâr: Çeviri- Felsefi ve Tasavvufi Açıklama, Gürgün Karaman-Beşar El Ceryan-, Bir Kitap Yayınevi, 2020.

 

(Yazılar, yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Rûdaw Medya Grubu'nun kurumsal bakış açısıyla örtüşebilir ya da örtüşmeyebilir.)