İşrak Filozofu Sühreverdi’nin kişiliği

İşrakilik, bir aydınlanma felsefesidir. Her felsefi sistemin kurucusunun kişiliği de en az felsefesi kadar dikkate değerdir. İşraki felsefeyi inşa eden Sühreverdi’nin kişiliği de bir o kadar da üzerinde durulmayı gerektirmektedir.  Bir filozofu filozof yapan temel şey, onun kendi dönemine kadarki üretimleri düşünmenin konusu yapmasıdır. Düşünce/felsefe tarihinde ortaya konulan düşünmeleri düşünmek, düşünce üretmenin esasıdır.

Düşünce/felsefe tarihini aktarmakla, onları farklı yollardan yorumlayarak dile getirmekle yeni düşünceler oluşmaz. Böyle bir yaklaşım sadece geçmişin kendi çağının kavramlarıyla dile getirilmesidir. Bir filozofu filozof yapan temel iki ilke, onun “düşünceler üzerinde düşünür” olması ve “düşündüklerini kavramsallaştırmasıdır.”

Yani filozof, her şeyi aklın konusu yapabilen ve bunları düşünmeyle saran, sonra kavramlar üretip bunları belli bir sistem içinde sunabilen kişidir. Belki şu söylenebilir; her insan filozof adayı olarak doğar, her insanda filozofik bir yön vardır. Fakat kavramın kendisine müteallik ve kâmil anlamda filozoflar azdır ve onlar insanlık çölünde açan en nadide çiçeklerdir; susuzluktan çatlayan çöle, varlığın ve gökyüzünün rahmet damlasıyla hayat verendir.

İşte Şeyhü’l İşrak, Müslüman coğrafyada filozofların Sünni saltanatçılık tarafından darağacına çekildiği bir dönemde böyle bir konuma sahiptir. Kendisinden önce, kendisi gibi kurumsal Sünni ortodoksinin dışında düşünen birçok düşünürün nasıl katledildiğini bile bile kendi düşüncelerinden asla taviz vermemiştir. Onun bu tavizsiz tavrı, kişiliğindeki samimiyet ve düşüncelerine olan güvenidir.

Topografyasına kısa bir bakış

Onun kişiliğine geçmeden önce dönemin kısa bir topoğrafyasını ortaya koymak, Şeyhü’l İşrak’ın kişiliğinin de anlaşılması açısından bir fikir edinmekte yararlı olacaktır.

Bizi burada ilgilendiren temel şey siyasal tarih değil, düşünsel serüvenin konumudur. Bu nedenle bu konu çalışmamız dışındadır. Bundan dolayı dönemin hâkim düşünsel yapısının neye tekabül ettiğini tespit etmeye çalışıyoruz. Bu dönemde coğrafyaya hâkim siyasal güç Büyük Selçuklulardır (1037-1157) ve dönemin doğu İslam dünyasındaki düşüncenin kurucu iki büyük figürü ise İbn-i Sina (980-1037) ve Gazali’dir (1058-111).

Selçuklu Sultanı Alparslan öldüğünde yerine 18 yaşındaki oğlu Melikşah geçer ve devletin merkezinde vezir Nizamü’lmülk vardır. Selçuklular, Tuğrul Bey zamanında Mutezili/Maturidi bir çizgiyi benimsemişken Nizamülmülk ve Gazali ile birlikte saltanatın paradigması Sünniliğe kaymaya başlar. Fıkhi alanda Şafi, itikadi alanda Eş’ariliği benimseyen politik mekanizma, nerdeyse tüm muhalifleri Batınilik bahanesiyle bastırmaya başlar. Nizamü’lmülk’ün kurduğu Nizamiye medreseleri, saltanatın benimsediği fıkhi ve itikadi mezhebi yaygınlaştırmak için her türlü sindirme yollarına başvurur.

Gazali, sultanın emriyle El Munkız Mine’d Dalal adlı bir eser kaleme alır ve bu eseri sultanın emriyle yazdığını eserin hemen girişinde kendisi itiraf eder. Gazali, bu küçük eserde üç meseleden dolayı filozofları tekfir eder, on yedi meseleden dolayı da onları günahkâr sayar. Gazali’nin maharetiyle yapılan bu dışlama kurumsaldır ve politik iktidarın tüm gücünü arkasına almıştır. Bu güç, İbn-i Sina başta olmak üzere tüm filozoflara kan kusturmuştur. Bu kurumsal teopolitik tekfirin en hazin şehidi Aynu’l Kudat Hemedani (1098–1131)  olmuştur. Aynu’l Kudat Hemedani’in şehid edilişini önceki yazılarımızda ortaya koyduk.

Diğer taraftan merkezi yönetim olan halifenin otoritesi zayıflamış, halife bazı iktidarların kuklası durumuna düşürülmüştür. Coğrafyada irili ufaklı birçok devlet ortaya çıkmıştır ve en önemli olgu ise bu dönemdeki Haçlı seferleridir. 1091 yılında başlayan Birinci Haçlı Seferiyle bu seferlerin ardı arkası kesilmemiş ve Müslüman coğrafya adeta bir kan deryasına dönüşmüş, Müslümanların ikinci büyük merkezi sayılan Kudüs, Haçlıların eline geçmiştir.

Bu dönemde ortaya çıkan Eyyubiler (1171-1250), Selahaddin Eyyubi önderliğinde Müslüman birliği bir noktaya kadar tamamlayarak Kudüs, Haçlılardan geri alınmış ve Selahaddin Eyyubi bundan sonra bütün gücünü coğrafyada düzen sağlamaya adamıştır.

Bu dönem, aynı zamanda hem mezhebi hem de politik büyük kargaşaların olduğu bir dönemdir. Tüm Müslüman coğrafya hem inanç hem de politik açıdan büyük bir çıkmaza girmiş ve artık yavaş yavaş Moğolların ayak sesleri duyulmaya başlanmıştır. Dönemin teorik inşasının akide olarak Eş’ari, fıkhi olarak Şafii olarak benimsenmesinin temelinde politik gücün tahkimi vardır. Çünkü Eş’ari ve Şafii gelenek politik açıdan toplumun iktidar mekanizması etrafında konsolide edilmesi için ey uygun araçları sunar. En basitinden Eş’ari kelamın “la faile illallah” ilkesi yani “kaza ve kaderin, hayır ve şerrin Allah’tan olması” ilkesi insani özgürlük alanını kapatan bir tavırdır ve tavrın toplumsal tabandaki yansımasının akide zemini taklidi imandır ve taklidi iman politik tutumda sultanın da taklit edilmesini ve ona itaat edilmesini getirecektir ki Eş’ari akidede sultan “Allah’ın yeryüzündeki gölgesidir, yeryüzünün halifesidir.”

Burada dönemin tüm detaylarına girecek değiliz ve bu durum konumuz dışındadır fakat merkezi otoriter yapının hem dini hem de politik kuşatmasının nasıl hareket ettiğini anlamak için sadece merkezi olan durumu belirttik.

Şeyh’ül İşrak’ın kişiliği

İşte Şeyh’ül İşrak, böyle bir dönemde dünyaya gelir ve buhrandan kurtulmanın yollarını arar. Onun arayışı hem inanç hem de politik yönemlilidir. Arayışının merkezinde İşrak, irfan ve felsefe vardır ama politik ve toplumsal buhranlara da kayıtsız değildir. Kaldı ki tarım imparatorlukları döneminde hangi düşünsel akımın kulvarında yüzerseniz yüzün ya da hangi ve mezhebe bağlı olursanız olun, siyasal iktidar madalyonunun bir yüzü saltanat/politik, diğer yüzü ise din ve mezheptir.

Dinin veya mezhebin belirleyiciliği o kadar baskındır ki devletin başına geçen sultan, halifeden icazet almadan, adına hutbe okunmadan ve para bastırılmadan saltanatı meşuiyet kazanmaz. Dönemin merkezi yapısının topografik özelliği kısaca budur ve burada detaylarına girmiyoruz. Biz şimdilik burada bu kadarıyla iktifa ederek Şeyh’ül İşrak’ın kişiliğini ele alalım.

Onun felsefi düşüncesi, yaşamıyla özdeş bir düşüncedir. O sarayda değil, Mezopotamya’nın, Anadolu’nun sarp tepe ve dağlarında, ovalarında, su başlarında, bazen karıncaları, bazen akrepleri, bazen yarasaları, bazen kuşları, bazen ağaçları, çalıları, çiçekleri gözlemleyerek inşa etmiştir. Evrenin ve varlığın/var oluşun derinliklerine gökyüzünden süzülen bir kartal gibi dalışa geçerken varlıkla yokluk, bu âlem ile öte âlem, görünenle görünmeyen arasında büyük bir salınıma tutulmuştur.

Varlığın iki kutbu arasındaki bu gerilimde bir eli Cebrail’in kanatlarında, diğer eli varlığın kanatlarındadır. O, gayb âlemi ile şehadet âlemini çakıştırmak için varlığın üzerindeki peçeleri kaldırmak üzere kendi benliğinden geçer. Bu minvalde onun karakterini betimlemek ancak onun düşünsel sistemini kavramakla mümkündür. Akla hakkını verir ve aklı son sınırına kadar sürer. Aklın müktesebatı bittiğinde Cebrail’in kanatlarına yapışır ve ilhamın, sezginin, ilahi olanın şimşekleri onun benliğine çakmaya başlar. Çünkü bu deha, varlığın varlık ötesi bir kaynaktan geldiğini gayet iyi bilmektedir. Değilse on birinci yüzyılda “görme eyleminin gözde gerçekleşmediğini” nerden bilecekti? Varlığın “Nur” ve Nur’la dolu olup boşluğun mümkün olmadığını, varlığın apaçık olduğunu yani modern tabirle varlığın  “arka fon ışıması”yla kuşatıldığını nerden bilecekti? Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. Şimdilik burada onun karakterini kaynaklarda geçtiği kadarıyla ele almaya gayret göstereceğiz.

Seyahatleri Kürt coğrafyasında geçmiştir

Burada öncelikle şunu belirtelim; Şeyhü’l İşrak, İran havzasındaki eğitiminden sonra İran’dan ayrılmış ve bir daha vatanına/Sühreverd beldesine dönmemiştir. Ziyaretlerine bakıldığında seyahatleri büyük oranda Kürt coğrafyasında ve Kürt uleması arasında geçmiştir. Diyarbekir’de (Amid) kalmayı çok sevmesi, Mardin’de büyük âlim Fahreddin Mardini’nin ders halkasına kısa bir süre de olsa katılması, Suriye’de yine büyük bir Eş’ari kelamcı ve fakih olan Seyfüddin Amidi ile arasındaki diyalog ve nihayetinde Selahaddin Eyyubi’nin oğlu Halep valisi Melik Zahir ile dostluk kurmuş ve onun aynı zamanda hocası olmuş olması; yine onun en büyük yorumcusu ve takipçisinin yine büyük bir Kürt düşünür olan Şemseddin Şehrezori oluşu da belirttiğimizin durumun göstergeleridir.

Onun en büyük takipçisi ve şarihi yine bir Kürt olan Şemseddin Şehrezori’dir (öl. 1288). Şehrezori tarihçi ve bir Kürt İslam filozofu olarak 13. yüzyılın en tanınmış İslam filozoflarındandır. İşrakilik felsefesini devam ettirmiştir. İlk İşraki filozof olarak kabul edilir. İşrakiliğin kurulması, felsefi ve tarihi bilgilerinin kaydedilmesi anlamında Şehrezori’nin çalışmaları çok önemlidir. Tarih, felsefe ve tıp ile ilgili birçok eser yazan Şemseddin Şehrezori, İşrakilik hakkındaki çalışmaları ile büyük bir üne sahiptir. Sühreverdi’nin eserlerini dakik bir şekilde açıklayarak bu eserlerin anlaşılmaları noktasında büyük kolaylıklar sağlamıştır. Şeyhü’l İşrak’ın hayatına dair en geniş bilgiler de Şehrezori tarafından derlenip toplanmıştır.

Şehrezori, Şeyh hakkında geniş bir malumat verir:

“Şeyh Sühreverdî, filozofların makamlarının zirvelerine, evliyanın mukâşefelerinin nihayet derecelerine ulaşmıştır... Amelî hikmet bakımından önceki ilklerdendir (sâbikûn-i evvelîn). Şekil olarak mesîhi, vasıf olarak kalenderidir. Onun öyle riyazeti vardır ki, zamanın yetiştirdiği insanlar o şekilde riyazetten acizdirler: Her hafta bir defa iftar ediyordu. Yiyeceği elli dirhemi geçmezdi. Filozofların bütün tabakaları arasında bundan daha zahid ve daha faziletli kimse bulunmaz... Dünyaya iltifat etmezdi, ona ehemmiyeti azdı. Giyeceğine ve yiyeceğine önem vermiyordu. Baş olma şerefine kulak asmazdı. Bazı zamanlar ceket giyinir, başlığı kırmızı ve uzun olurdu. Bazen da başına yamalı bir hırka parçası örterdi, sufi kıyafetine girdiği zamanlar da olurdu. İbadeti çoğu zaman açlık, sabahlamak ve ilahi âlemleri düşünmekten ibaretti.

Halkın riayetine az iltifat ederdi, susmayı tercih ederek kendi nefsiyle meşgul oluyordu. Ahengi, cümbüşü ve musiki namelerini dinlemeyi severdi. Çok keramet ve delil sahibiydi… Allah ruhunu takdis etsin; Şeyh, şehirleri ziyaret etmek hususunda çok dolaşır, gezerdi... Elbiseye önem vermez, dünya işlerine rağbet etmezdi… Çoğu zaman Diyarbakır taraflarında, bazen Şam’da, bazen da Anadolu’da oturmayı severdi.” “O asırların yetiştirdiği öyle tek bir adamdır ki, zevkî ilimler ve bahsî felsefeyi kendisinde toplamıştır. Evet, onun zevkî ve hissî hikmet ve diğer ilimlerdeki yüksek derecesini o âleme yükselebilenler idrak edebilirler. Bunlar Allah yoluna süluk edip, birbirini takip eden fikirler ve kesintisiz mücahadeleri kendine hoş görür ve bu zulmâni âlemle meşgul olmayı bir tarafa atarak yüksek himmeti ile ruhâni âlemin peşinde koşarlar. Öyle bir dereceye yükselirler ki, orada mücerred olan manalara birbirini takip eden kesintisiz ve hırslı bir gidişle, perdeleri yırtarak ulaşırlar. Kendi özlerini bilmek zaferini ve aklıyla er-Rabbu’l-Müteâl hazretlerine nazar etmek şerefini kazanırlar. Ancak böyle kimseler Şeyh’in sözleri huzurunda hürmetle durmak yetkisine sahiptiler. O zaman Şeyh’in Rabbâni mükâşefelerinden bir delil, ruhâni müşahedelerinden bir sonuç olduğunu ve onun derecesine pek az kimsenin ulaşmış, övgüsüne ancak ilimde kuvvetli olanların erişmiş olduğunu anlarlar.

... Onun özünü anlamak, sırlarına vakıf olmak; o yola gitmeyen, onun ahlak ve âdetine uymayanlar için gerçekten zordur. Zira o, felsefesini keşfi usuller ve zevki ilimler üzerine bina etmiştir. Usulünü kuvvetlendirmeyenler fur û’unu (detaylarını) bilemezler, dünya ve ahiretten tecerrüd etmeyenler (soyutlanmayanlar), bunu tadamazlar. Onun sözlerini anlamak, kitaplarını ve rumuzlarını halletmek, kendini bilmeye bağlıdır. Hâlbuki âlimler ve hakîmlerden çoğunun bundan haberi yoktur. Evet, bu hakikatlere vakıf bir takım nadir insanlar vardır, fakat bunlar her asırda bir tane bulunur. Ben çok zamanlar sefere, seyahate çıktım, birçok müşkülleri tercih ettim, bu büyük haberi çok aradım, çok sordum. Maalesef kendinden haberi olan bir kimse bulamadım. Artık bunun üstündeki mücerred âlemden haberi olan nerde...

Şeyh mezhep olarak Şafii idi. Fıkıh, hadis ve usul ilimlerinde ihtisası vardı. Son derece zekiydi. Güvenilir bir kaynaktan şunu öğrendim; Şeyh’e Fahreddîn Râzi hakkında sorulmuş, o da cevabında, “zihni övgüye layık değildir,” demiştir. Fahreddîn Râzî’ye de Şihabuddîn Sühreverdî hakkında ne dediği sorulmuş, o ise, “onun zihni, zekâ ve fetanet saçıyor” cevabını vermiştir. Şuna da vakıf oldum ki, Sühreverdî’ye “sen mi üstünsün yoksa İbni Sina mı,” diye sorulmuş, o da cevabında “ bahse dayalı konularda İbni Sina ile ben ya eşitiz, ya da ben ondan daha büyük olacağım. Fakat keşfe ve zevke dayalı ilimlerde ben ondan çok üstünüm,” demiştir.”

“Giyim kuşamı tam da Kürdi bir tavır olup “şal u şepık” tabirine uygun düşmektedir”

“Mesihi ve kalenderi” karakter, kendi özünün derinliklerinde hakikatin bilgisine vakıf olan bir karakter olup içsel volkanik patlamalarla benliğini inşa eder ve A. Yaşar Ocak’ın tabirini burada kullanacak olursak o, cari toplumsal yapı, gelenek ve görenekler açısından “marjinal bir sufi” dir. Buradaki sufi kavramının vakıadaki tarikat geleneğiyle özdeşleşen sufilikle bir alakası yoktur. O marjinal arif, filozof sufidir. Günlerce oruç tutar, mümkün olduğunca az beslenerek bedensel hazlardan sıyrılmayı hedefler. Giyim kuşamı tam da Kürdi bir tavır olup “şal u şepık” tabirine uygun düşmektedir. Yerinde duramayan, gittiği her şehirdeki ilim ortamlarında büyük tartışmalara giren “iflah olmaz” bir bilgi aşığıdır. Onun gıdası bilgidir. Her türlü mekân ona dar gelir. Hem bu dünyalı, hem bu dünyalı olmayan bir bilgi, riyazet ve keşf arkeoloğudur.

Varlığı yatay ve dikey olarak son sınırına kadar sondaja tabi tutar. Felsefi soruları sonuna kadar sürer. Soruların tüm cevaplarını alınca da dile getirilemez olan dile gelir, dilin yetersiz kaldığı bu arayışın sonunda da ağır sembolik anlatımlara başvurmak zorunda kalır. Manaları kelimelerin kalbine indirip” hakikatin şimşeklerini çakar. İlim, onun zihninde öyle bir toplanır ki bu birikimi açıklamak için dilin imkânları tükendiği için sembol, imge, remiz, mecaz, teşbih vs. tüm söz sanatların cesurca ve gerekçeli, mantıksal bir tutarlılık içinde kullanır. Felsefesini keşfi usuller ve zevki ilimler üzerine bina edene kadar mantık ve fizik kurallarını sonuna kadar
işletir. Piyasada var olan hâkim düşünme biçimlerine, mantık, fizik ve metafizik düşüncelere ve inançlara, bunların kavramlarına, bilgi kuramlarına teslim olmaz.

Çağın en büyük filozofu olan İbn-i Sina’yı ve Endülüs ekolünün zirve filozofu olan İbn-i Rüşd’ün tepesinde bulunduğu Meşşailik ekolünün en temel ilkelerini eleştirmekten ve sarsmaktan çekinmez. Büyük bir azim ve kararlılıkla maddi dünyayı mantık ve fizik kuralları açısından kazıya tabi tutar,
onların temellerine inerek bu temellerin geçersizliğini ispatlar ve kendine has, özgün sistemini kurar.

Bunu yaparken kadim kültürlerin tamamına başvurarak bilginin arkeolojisine girişir. Onun sisteminde hemen hemen tüm antik kültürel kodlara rastlamak mümkündür. Biz Kürtlerin binyıllarca yaşadığı kadim Mezopotamya’nın metafiziği onun zihninden akarak gelir. Böyle bir karakter, elbette ki kendi çağını aşacaktır. Evrenin ve varoluşun sınırlarını dahi zorlayan bu dehanın bugünümüzü etkilememesi mümkün değildir. Tarih boyunca insanlık “Varlık nedir? Varlık nasıl var olur? Varlığın bir amacı var mıdır? Ölüm nedir? Ölümden sonra bir hayat var mıdır?” vb. varoluşsal sorular sormuş ve bu soruların peşinden koşarak tatminkâr cevaplar bulmaya çalışmıştır. Çünkü “insan, ölüme doğru bir varlık” olarak var olmanın anlamını sorgulayan tek canlıdır.

Bu tür soruların cevaplarını bulmaya çalışırken ister istemez bilgi problemi de kendisini dayatacaktır. İkinci etapta ortaya çıkan sorular “Bilgi nedir? Varlıkla bilgi arasında nasıl bir ilişki vardır? Doğru bilgi nasıl elde edilir.” vb. sorulardır. Bu ikinci etap sorulardan sonra “Bilgiyle insan arasındaki ilişkinin mahiyeti nedir? Zihnimizle dış dünya arasında kurduğumuz ilişkide zihnimiz bilgiyi nasıl algılar, nasıl işler? Felsefece ‘özne-nesne, nesne-zihin’ ilişkisinin mahiyeti nedir?” vb. sorular da ortaya çıkmış ve bugün için dahi bu sorular hala tam anlamıyla cevaplanabilmiş değildir.

“Kürdistan dehası Şeyhü’l İşrak”

İşte, insanlığın sorduğu bu radikal, en üst düzeydeki sorular karşısında kolları sıvayan Kürdistan dehası Şeyhü’l İşrak, 12. yüzyılda varlığın ve evrenin sınırlarını zorlayarak cevaplar bulmaya çalışmıştır. Şeyhü’l İşrak, nazenin bir ceylan gibi varlığın peşinden koşmuş, kadim tüm medeniyetlerdeki bu sorulara verilen cevapları bir karınca titizliğiyle toplamış, bir arının çalışkanlığı ve maharetiyle sentezlemiş, kadimin tüm özlerini sindirmiş, yepyeni bir sistem kurmuştur:

Hikmetü’l İşrak: Aydınlanma Felsefesi… Onun kurduğu bu sistem, tarihi aşarak bugün için bile güncelliğini korumakla beraber modern bilimin geldiği noktadaki bazı bilimsel buluşlarla da örtüşmektedir. Değil mi ki Kürtler Nur aşığıdır, Nur ise sadece belli bir döneme has değildir. Nur yoksa aydınlık da yoktur ve insanlık Nur ile vardır. Fakat bu Nur’un etrafında dönüp yanmak da kaderimiz olmamalıdır. “Kürtler hakikatin ateşine yaklaşıyorlar, sonra şairlerin kelebeği gibi yanıyorlar...” (Mahmut Derviş)… Yanmadan da aydınlatamazsınız ki… Ama öncelikle kendi aydınlık bir geleceğimiz için yanmalıyız…

Allah göklerin ve yerin nuru(nun kaynağı)dır. O'nun nurunun sembolü, içinde kandil bulunan bir ışık mahalli gibidir. O kandil kristal bir fanus içindedir. Öyle bir fanus ki, sanki inci gibi (parıldayan) bir gezegen. O kandil, doğuya da batıya da ait olmayan mübarek bir zeytin ağacından elde edilmiş bir yakıtla tutuşturulur. Öyle ışıltılı bir yağ ki, neredeyse ateş değmeden bile ışık saçacak: Nur üstüne nurdur! Allah, isteyeni nurunun (peşine takarak) doğru yola iletmeyi diler. İşte Allah insanlara böyle misaller vermektedir: Zira her şeyi en ince ayrıntısına kadar bilen yalnızca Allah'tır.” (Nur/35)

Tebrik: Ramazan Bayramının tüm Müslüman toplumlara ve insanlığa barış getirmesini Cenab-ı Hakk’tan niyaz ediyorum. Bu bayramın, evladı olduğum Kürt halkının tüm mazlumiyetlerinden kurtulması için bir vesile kılmasını Vahid-i Hakk’tan diliyorum.

 

(Yazılar, yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Rûdaw Medya Grubu'nun kurumsal bakış açısıyla örtüşebilir ya da örtüşmeyebilir.)