Ulus-devletin gerekliliği ve devletsizliğin tarihsel yaraları

Devlet, modern dünyanın en köklü kurumsal örgütlenmesidir. Bob Jessop'un da işaret ettiği üzere, modern devlet yalnızca soyut bir otorite değil, aynı zamanda toplumsal ilişkilerin yeniden üretildiği, kurumsal kapasiteyle süreklilik kazanan dinamik bir formasyondur.

Modern çağda ulus-devlet biçimi, tüm eleştirilerine rağmen siyasal örgütlenmenin en yaygın, en güçlü ve en işlevsel modeli haline gelmiştir. Ulus-devlet, bir halkın varlığını, kimliğini ve iradesini somutlaştıran en üst düzey siyasal çerçevedir.

Ulus-devletin gerekliliği, tarihsel olarak devletsiz kalan halkların yaşadığı trajedilerde açıkça görülür. Devletsizlik, yalnızca siyasal temsil eksikliği değil, aynı zamanda sürekli bir güvencesizlik ve parçalanmışlık halidir.

Devleti olmayan bir millet, her an başkalarının kararlarına, çıkarlarına ve zor aygıtlarına tabi kalır. Kimliğinin tanınması, kültürünün yaşaması, dilinin varlığını sürdürmesi başka devletlerin insafına bırakılır. Bu durum, milletin varlığını bir "lütuf" konumuna indirger.

Kürt milletinin 20. yüzyıldaki deneyimi bunun en çarpıcı örneklerinden biridir.

Lozan Antlaşması (1923) ile uluslararası hukukta tanınma ihtimali ortadan kaldırılmış, Kürtler dört farklı devlet arasında bölünmüş ve her biri tarafından sistematik asimilasyon ve baskıya maruz bırakılmıştır.

Devletsizliğin getirdiği bu parçalanma, Kürt milletinin kimliğini sürekli bir inkâr, sürgün, katliam ve göçle sınamıştır. Dersim 1937-38, Halepçe 1988, Enfal operasyonları, Şeyh Said'den günümüze kadar uzanan isyanlar zinciri, devletsizliğin nasıl derin yaralar açtığını gösterir.

Ulus-devlet, yalnızca askeri ve bürokratik aygıtlarıyla değil, aynı zamanda uluslararası sistemde bir özne olma kapasitesiyle de hayati önemdedir. Devleti olmayan halklar, Birleşmiş Milletler'de temsil edilemez, uluslararası antlaşmalara taraf olamaz, kendi ekonomisini küresel dolaşım içinde güvence altına alamaz. Dolayısıyla devletsizlik, yalnızca iç baskılarla değil, aynı zamanda dış ilişkilerde mutlak bağımlılıkla da sonuçlanır.

Tarih, devletsizliğin derin yaralarını yaşayan halklarla doludur.

Filistin örneğinde görüldüğü üzere, devletleşme eksikliği sürekli bir çatışma ve sürgün üretmiştir.

Ermeniler, 1915 Soykırımı sonrası devletleşme sürecine ulaşana kadar parçalanmış ve diasporaya itilmiştir.

Yahudiler, yüzyıllar boyunca devletsizliğin en ağır bedellerini ödemiş; ancak İsrail devletinin kuruluşuyla birlikte, varlıklarının güvence altına alınmasında köklü bir dönüşüm yaşamışlardır.

Ulus-devlet, elbette eleştiriden muaf değildir.

Tekçi yapısı, etnik-dinî çeşitliliğe karşı çoğu zaman baskıcı olmuştur. Ancak bu durum, ulus-devletin gerekliliğini ortadan kaldırmaz. Tersine, devletsiz kalmanın yarattığı çaresizlik göz önüne alındığında, ulus-devlet, bir milletin varlığının teminatı olarak hâlâ vazgeçilmezdir. Burada mesele, ulus-devletin var olup olmaması değil; nasıl bir ulus-devlet olacağıdır. Demokratik, çoğulcu, eşitlikçi bir ulus-devlet inşa etmek mümkündür.

Federasyon, konfederasyon veya özerklik modelleri ise çoğu zaman geçici ve kırılgan çözümler sunar. Çünkü bu modellerde nihai egemenlik hakkı başka bir devletin merkezinde kalmaya devam eder.

Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi bunun somut bir örneğidir: Anayasal olarak tanınmış olmasına rağmen, merkezi hükümetin baskıları ve uluslararası güçlerin müdahaleleri karşısında sürekli kırılganlık içindedir.

Benzer şekilde özerklik ya da federasyon modelleri, uluslararası hukukta bağımsız devletlerin sahip olduğu koruma mekanizmalarına sahip değildir. Bu nedenle, dış müdahaleler karşısında kolayca geriye alınabilir, askıya alınabilir ya da ortadan kaldırılabilir.

Konfederalizm gibi devlet-üstü çözümler de ulus-devletin alternatifi olarak sunulsa da, pratikte güçlü devletlerin tahakkümünü kıracak bir güvence sağlayamamaktadır. Devletlerarası ilişkilerde özne olabilmek için, milletlerin kendi bağımsız devletlerini kurmaları hâlâ en temel ve en etkili yoldur.

Kürt milletinin kendi yazgısını belirleme hakkı da bu nedenle yalnızca bölgesel özerklikle değil, bağımsız ulus-devletleşme ile tam anlamıyla güvence altına alınabilir.

Ulus-devletin alternatifsizliği, hem tarihsel deneyimlerden hem de günümüz uluslararası sisteminin işleyişinden açıkça anlaşılmaktadır.

Devletsizlik, bir millet için sadece siyasal temsil eksikliği değil, aynı zamanda varoluşsal bir tehdit anlamına gelir. Kürt milleti açısından, bir ulus-devlete sahip olmak tarihsel bir ideal olmanın ötesinde, yaşamsal bir zorunluluktur.