Türk toplumunun yeni dini, yeni ritüeller ve iktidar olmanın mübah kapsamı
Türkiye’de gerçekleşen ve toplumun muhakkak ki bir kısmının o meşhur “sinir uçlarını” ilgilendiren bir çok toplumsal meselede, bir takım siyasal gelişmelerde ve afet veya yüksek kayıplı facialarda takınılan tavır, giderek Türk toplumunun geniş bir kesiminin adeta yeni dini, yeni Türklük kimliği tanımı, yeni ve güya modern kitlesel refleks gösterme farz-ı metodolojisi haline gelmesiyle dikkat çekiyor.
Geride kalan Cumhuriyet tarihinin giderek neredeyse üçte birlik kısmına yaklaşan iktidar etme biçimi, Türk toplumunun bu refleks gösterme halinin zaman zaman toplumun neredeyse tamamının da buluştuğu bir ortak payda alanı haline geliyor. Eğer söz konusu gerekçe Kürtlük veya Kürtlerle uzaktan veya yakından alakalı ise, o zaman bu yeni ortak Türklük refleksin dışında kalan kesimin kütlesi neredeyse ciddiye alınmayacak kadar azınlık bir gruba iniyor. Gerekçe doğal afet, ekonomik bir dipleme veya maden faciası ve benzeri şeklinde gerçekleşirse de elbette o zaman yaşanan durumun ebadına bağlı olmak kaydıyla, toplumun refleks gösterme biçimleri en fazla ikiye ayrılabiliyor.
İktidarın rücu etme hali özellikle bazı meselelerde, sıcak bir başlık olması hasebiyle Bartın’daki maden faciası üzerinden okunduğunda ortaya hem çokça ders çıkarılabileceğı bir tablonun serili olduğu görülebiliyor, hem de bu yeni dini görünüm, bu dine eklenen bazı ritüeller ve iktidar olmanın kapsadığı mübahlık sınırlarını da hem iktidar hem muhalefet açısından okumak mümkün oluyor.
Muhalefet ya sırf o an toplumu ilgilendiren mesele üzerinden sıcağı sıcağına fatura kesici bir bindirme yapmaya başlıyor, ya da “biz zaten söylemiştik” girizgahıyla toplumun uzun vadede dönüşümünü sağlayabileceği bir yaklaşımı ortaya koyma becerisinden çok uzakta. Her türlü mesele adeta Haziran 2023’te kurulacak sandıklara endekslenmiş durumda ve durmadan da orası salık veriliyor. Ne demişti Erdoğan, “Siz verin kardeşinize yetkiyi...” Artık Kılıçaroğlu liderliğinde buluşacağı konusunda şüphe kalmayan muhalefetin söyle mi de bizzatihi Kılıçdaroğlu dilinde benzer bir şekillenme alıyor. “Ben, hesap soracağım, izin vermeyeceğim, yedirmeyeceğim” gibi kendisine yani bizzatihi tek bir adamlığa indirgediği söylemiyle Kılıçdaroğlu adeta Erdoğan’ın artık başarısız olmuş stratejisinin sanki dilini kopyalar durumda. Hal böyle olunca, iktidar her türlü meseleden kendisine yeni eklemeler yapma fırsatı bulmuş oluyor. İşte yeni dini görünüm ve yeni ritüeller de tam bu zamanlarda iktidarın hem elinin en azından zayıflamamasını sağlamış oluyor, hem muhalefetin dönüşümcü muhalefet edebileceği fırsatları mayınlı bir liman haline getiriyor ve toplum hep bazı şeyler ya gırtlağında kalmış ya da inanmamış ama hadi öyle olsun halinde bırakılıyor.
Bartın’ın Amasra İlçesinde yaşanan ve 41 madencinin hayatını kaybettiği toplumla paylaşılan faciayı patlamadan yaklaşık 6 saat sonrasından başlayarak, ertesi günün aynı saatine kadar yerinde izleyenlerden biri olarak şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki, toplum inanacak kadar güvendiği bir alternatife sahip değil ve bu güne kadar inandığına ya inanmaya devam ediyor ya da inanmış gibi yaparak asıl söyleyeceğini sandığa bırakıyor. Ama sandıktan çıkacak sonuç her ne olursa olsun bu ne muhalefetin toplumu kazanma kapasitesinden doğmuş olacak ne de iktidarın kendi söylemleriyle kuruluş ayarlarına dönmesiyle ilgili olmayacak. Yaratılmış bulunan korku ikliminin nüvelerini o kaza yerindeki ambiansın neredeyse her anında görmek mümkün. Örneğin etrafımızdaki gazetecilerin neredeyse tümü, ki tamamına yakını iktidar yanlısı medya kuruluşlarında çalışıyor olmalarına rağmen, Soylu’ya uzaktan ya da yakından mikrofon tutacak, tek bir soru soracak cesareti gösteremedi. Buna cesaret etmediği için yapmadığını ise, ya kendi alarındaki ya da dahil olduğum sohbetlerin tamamında gözlemlemek mümkün oldu. Soylu ne zaman isterse çıkıp bütün mikrofonları toplatıp, demir bariyerlerin arkasındaki bizlere istediği bilgiyi veriyor istemediğini ise “henüz net değil” bahanesiyle vermiyordu. Öbür taraftan gazetecilerin olduğu kısmın önünden volta atarken ki halipürmeali ise çokça başka şey okumaya müsaitti. Diğer dikkatimi çeken bir şey ise etrafımdaki gazeteci kalabalığından, inanmayacaksınız ama A Haber muhabirinin bile Soylu’dan hiç haz etmediği, ayrıca da güvenmediği dahası korktuğu yönündeydi. Bizzatihi kendisiyle yaptığım iki dakikalık sohbette, “Ne olacak abi göryorsun işte çıkıp şovunu yapıp, gidiyor.”
Birkaç örnek göstererek buradan neyi kastettiğimi açmaya gayret edeceğim; Olayın yaşandığı 18.15 suları İzmir’den İstanbul’a hareket halindeyken, zaman kaybetmeden meseleyi öğrenir öğrenmez henüz merkezimizle de müzakere etmeden Bartın’a kırmaya karar veriyoruz. Zira gecenin o saatinde Ankara ofisimiz daha yakın olmasına rağmen hazırlanıp yola düşmelerinin daha çok zaman alacağını düşünerek, merkezimize de bizim zaten hareket halinde olduğumuzu ve direkt Amasra’ya devam ettiğimizi not geçiyoruz.
Deniz Poyraz davasını izlediğimiz Şakran Cezaevi önündeki gazlı ve tazyikli sulu müdahaleden nasibimizi yeterince almış bıçkın gibi bir ekip olarak, o gazlı halimizle Bartın’a kadar öksürmeyi son birkaç müdahaleli meselede tecrübe etmiş olmamızı kenara “avantajlı durum” diye not ediyoruz.
Amasra ilçe merkezine varır varmaz doğal olarak önümüzde sonuçlarının son derece ağır ve sarsıcı olacağını tahmin ettiğimiz bir tabloyu mesai edineceğimiz anlaşılıyor. İnsanlar bir çok sokaktan değişik değişik yönlere yürüyor. Gecenin bu saati olması ve hava soğukluğu sokaklarda sırtlarında AFAD ya da değişik yardım kuruluşlarının armaları bulunan battaniyelerle yürüyorlar. Tarkovsky filmlerinden bazı sahneleri buraya uyarlamışlar sanırsın. Aracımız ile madenin olduğu yöne kıracağımız ilk kontrol noktasını arkamızdan yolu tıkamaktan başka çaremiz olmaması nedeniyle atlatıyoruz. Ancak ilerlemek pek mümkün görünmüyor. Yol gibi duran şeyin her iki tarafında araçlar ikişer sıra dizilmiş, aradan geçmek için ise çift yönlü bir eziyete katlanmak gerekiyor.
Bir yerden sonra kameraman arkadaşımla arabadan inip kalabalığı takip ediyoruz. Önümüz sıra ilerleyen bir grup genci takip ediyoruz. Hatta aralarına karışıyoruz demek abartı olmaz. Kendi aralarında son derece galiz küfürler, hakaretler ederek ve bir yandan da yakınarak yol alıyorlar. Ertesi gün oraya teşrif edecek devlet erkanını sorumlu tuttuklarını anlamak, onlar ile birlikte 100 adım yürümeye yetiyor. Aralarından biri, “Yarın gelip bir dünya yalan dolan serpip gidecekler, o kadar insanın cesedi çıkacak ve hepsinin çoluğu çocuğu geride kalacak, hepsinin sorumlusu bunlar” diyor, bir ötekisi başka bir cümle ile devralıp ötekine devrediyor maden sahasına yaklaşınca ayrılana kadar.
Maden sahasına girdiğimizde, henüz sistemi oturtulmuş çemberi alınmış bir zamanda değiliz. Polis, asker ve kurtarma ekipleri dağınık halde hareket ediyor ve kimin tam olarak sınırlarını nereden götüreceği netleşmiş değil. Biz de kalabalığın arasından asansör kulesinin dibine gelip, oradaki polis yazılı demir bariyeri aralayıp arka tarafa geçiyoruz. Zira orada yanılmıyorsam 5 kameraman ve birkaç muhabirin konumlandığını fark ediyoruz. Hemen kapının kenarındaki asker ve diğer hiçbir görevli geçişi engellemeyince, basına ayrılan bölümün burası olduğunu zannediyoruz.
Yaklaşık 15 dakika bu alanda çalışıyoruz. Asansör hareket ediyor ve sürekli kurtarma ekipleri inip çıkıyor ve biz oraya ulaşmış olan basın mensupları da asansörün etrafındayız. Asansör kapısının önü ise pek yaklaşamadığımız ama kamerasız gidiş gelişin rahat olduğu bir nokta.
Bir ara İçişleri Bakanı Soylu’nun asansör kapısına yaklaştığını fark ediyorum. Ardından asansör kulesi yanından arka tarafa yöneliyor Soylu. Orada çalışan kamera ve muhabirlere, “Gerçekten yaptığınız iş mi, oldu olacak gelin asansörün içine girin” diyor. Bir yandan da yanındaki amire, “Bu ne Allahını seversen, böyle mi sağlıyorsunuz kontrolü” türünden bir cümle kullanıp yeniden kameramanlara dönüyor; “Burayı terk edin.”
Bu arada an çekmeye devam eden tek bir kameranın ışığını görüyorum. O da kuleyi çekiyor hala ve Soylu’nun ses tonu yükselince kameraman da durumu o an ciddiye alıyor ve Soylu’nun olduğu yöne dönderiyor, hem kendini hem kamerasını. Tam o an Soylu, “Sen hala çekiyor musun indir o kamerayı” diyerek hiddetle bir adım yaklaşıyor kameramanlara ve o an herkes topuklayabileceği en kestirme yolu bulmaya çalışıyor. Bu kısmını tam da bu şekilde anlatmak önemliydi, zira devamı sabaha kadar ve ertesi akşama kadar gözlemlediğim bazı başka detaylar var burayı ilgilendiren.
O saat itibariyle bütün basın mensuplarının konumlanacağı bir yer belirliyorlar ve diğer günün akşamına kadar da maden sahasındaki tüm gelişmeleri kuleye yaklaşık 100 metre mesafedeki bu noktadan takip edeceğiz. Ne ailelerle bir araya gelişine izin veriliyor gazetecilerin ne de kuyunun yani asansörün gidiş gelişini görebileceğimiz bir mesafe bırakılıyor. Elbette bu o an orada alınması gereken tedbirlerden biri.
Soylu gece bir açıklama yapacak ve basın da artık olduğu yerden bu tür açıklamalara hazır halde. 26 kişinin hayatını kaybettiği anlaşılan ve bunu paylaştığı açıklama için bütün basın mensupları bariyerin arkasında olacak şekilde, sadece mikrofonları tutmak için 5 muhabirin soyluya yaklaşmasına izin veriliyor ama bu arada sayı artıyor ve birbirimizi eze eze Soylu’ya yakından mikrofon tutuyoruz.
Bu açıklamadan sonra ise Soylu arkasındaki kalabalık ekiple birlikte kameraların dizildiği tarafı adeta volta atar gibi adımlıyor. Sabaha kadar uyumadığı, alanda sürekli hareket halinde olduğu, tüm çalışmaları ve oradaki her şeyi kontrol ettiği, koordine ettiği ve bunun için son derece disiplinli bir atmosfer oluşturduğunu görmek hiç de zor değil.
Soylu bütün açıklamalarında hayatını kaybeden madencilerden “Şehit” diye bahsediyor. Bu tanım elbette toplumun gündemine yeni getirilmiş bir kavram değil ama bu tür bir faciada, tablo tamamen netleşmemişken özellikle vurgulanarak çıkıyor hem Soylu’nun, hem diğer bakan ve konuşmacıların ağzından. Zira ertesi gün daha yüksek devlet erkanının konuşmasında da, bunun daha geniş “teorik” veya “startejik” arka planını görmek zor olmuyor.
Tam sabaha karşı bu saatlerde yüzü gözü kömür içinde ve aşağıdaki kurtarma çalışmalarından çıkan bir işçiye mikrofon uzatıyoruz ve ağzından şu cümleler çıkıyor, “Ben ilk kurtarma ekibi ile birlikte itfaiyeye yardımcı olmak üzere aşağı inen ekipteydim. Biz aşağı indiğimizde kurtaracak hiçbir işçi ile karşılaşmadık. Hepsi maalesef ölmüştü” diyor. Ancak Soylu açıklamasında 26 kişinin yaşamını yitirdiğini söylemişti. Üstelik söz konusu işçi akşam 20.00 ile gece 24.00 arası madende kurtarma çalışması yürüten ekipten.
Ayrıca patlama nedeni olarak ise AFAD, Bartın Valisi ve Belediye Başkanı farklı gerekçeler ve farklı sayılarla konuşmuştu olayın ilk anlarında. Elektrik trafosu kaynaklı olduğu belirtilen patlamanın grizu patlaması olduğu ise çok sonra ortaya çıkacaktı.
Daha erken saatlere yeniden dönecek olursak, Soylu henüz asansörün arka tarafındaki yani maden sahasının daha içlerine doğru çalışan gazetecilere kükrediği anların biraz öncesinde asansör dibinde konuşan ve kimisi kurtarmacı kimisi meraklı vatandaş olan grup kendi aralarında sayının ve kapsamın başka olduğu yönünde fısıldaşıyorlar. Elbette bizim gazeteciler olarak dikkate almamız şart olan sonuç, resmi açıklamalar ama bir çok dikkat çekici meseleyi görmezden gelmek de mümkün olmuyor.
Neredeyse Erdoğan olay yerine gelmeye yakın saate kadar paylaşılan resmi bilgiler, 15 madenciye henüz ulaşılamadığı yönünde. Oysa yine bir başka oftherecord bilgi o 15 madencinin cenazelerine de ulaşıldığı ve bir başka galeriye alındıkları yönünde. Bu bilgiyi ise bulunduğumuz kısımdaki gazetecilerin kendi aralarındaki muhabbetlerinden duyuyor ve demeç aldığımız işçinin verdiği bilgi ile de teyit etmiş oluyoruz. Manası, tam sayının verilmesi ertesi gün Erdoğan gelmeye yakın bir saate bırakılıyor. Elde bilgi varken.
Soylu’nun, Erdoğan gelene kadar olay yerinde sergilediği performans da, verdiği görüntü de son derece dikkat çekici ayrıntılar barındırıyor. Yanındakilere durmaksızın talimatlar veriyor, olayı sıkı sıkıya koordine ediyor ve ertesi gün Erdoğan geldiğinde, tablo tamamen ve kuşkuya yer bırakmayacak titizlikte sonuçlandırılmış oluyor. Diğer bakanlar onun yanında adeta kendi alanlarını ilgilendiren kısımları üstlenmiş daha alt düzeydeki bürokrat gibi bir izlenim veriyor demek de abartı olmasa gerek.
Yaklaşmaya çalıştığımız, alandan ayrılan aile veya yakınların veya madencilerin bizim olduğumuz alandan madenden çıkan yoldan yürümeleri, zaman zaman onlarla konuşabilme fırsatı da veriyor. Zira basının konumlandığı yer tesisten çıkış yolunun kenarı. Etrafımızdaki yemek ve çay hizmeti veren yardım kuruluşlarının araçlarına da hepimiz gidip gelebildiğimiz için sıklıkla meraklı vatandaş, kurtarma ekipleri ve aile yakınlarıyla da teması kolaylaştırıyor.
Gece boyu “Şehitlik” şeklinde tarif edilen durum ertesi gün Erdoğan geldiği saatlerde ise artık hem etrafımızdaki gazeteciler tarafından, hem kurtarmacılar ve hem de diğer kalabalık tarafından kanıksanmış oluyor. Erdoğan yüksek bir devlet ciddiyeti ricali ile Maden sahasına geliyor. Önce, akşamdan hazırlanan TIR’ın içinde bakanlardan brifig alıyor, o arada hitap düzeni ve devlet protokolü pozisyonu alınıyor, bütün kanallar buna hazır ve mikrofonlar toplanıp kürsüye bırakıldıktan sonra, açıklamayı bariyerlerin önünde yani Erdoğan’ın yakınında istenen muhabirler oraya alınıyor.
Erdoğan konuşmasına, başsağlığı diledikten sonra, devletin olayın ilk anından itibaren nasıl organize olduğunu, üç bakanlığın olay yerine gelerek, bizatihi koordinasyon oluşturduğunu, gerekli bütün ekipman, ulaşım ve planlamanın devletin tüm imkanlarıyla nasıl yapıldığını aktardıktan sonra, yapılacak soruşturma neticesinde de tablonun bütün netliğinin ortaya çıkarılması için çabalandığını belirtiyor.
İnsan hayatının güvende olmadığı hiçbir faaliyetin kendileri için muteber olmadığını ifade eden Erdoğan, hitap ederken madenin daha önce sendikacılarla birlikte bakanlarca ziyaret edildiğini ve söz konusu ocağın da en modern ocak olduğunu söylüyor. Devamında ise şu cümleler geliyor; “Birileri bununla dalga geçiyor olabilir ama önemli değil, biz kader planına inanmış insanlarız. Kader planına inandığımız için de bunun ne dünü ne bu günü ne yarını hiçbir zaman olmayacaktır. Bunlar her zaman olacaktır, bunu da bilmemiz lazım.” Daha önce olduğu gibi “fıtrat” kelimesi tercih edilmemiş olsa da mesaj belli.
Bu arada Erdoğan söz konusu TIR’dan inip kürsüye yürürken Ali Erbaş’ın yanında durup onunla bir iki dakika fısıldaşıyor. Ondan bir konuşma yapmasını istediğini sanıyoruz ama konuşmasının sonunda Erbaş’ı hayatını kaybeden madenciler için dua etmek üzere kürsüye çağırıyor.
Tabi bazı basın kuruluşları ve özellikle sosyal medyadan da olayda ihmal olduğu konusunda yoğun bir akış var. Bunun için sunulan en önemli delil ise Sayıştay’ın 2019 yılında yaptığı denetleme sonrasında hazırladığı rapor. Rapor 300 metre derinliğin bu ocak için risk oluşturduğunu söylüyor. Hal böyle iken 5 işçinin 350 metre derinlikte mahsur kaldığı da geçilmiş bilgiler arasında.
Öte yandan gündüz yaptığımız yayınların birinde konuk ettiğimiz Enerji Sen Kurucularından ve aynı zamanda örgütlenme uzmanı olan Kamil Kartal, ihmal ve alınmayan tedbirlerin nereden bakılırsa bakılsın bu sonca götürdüğünü söylüyor. Kartal 5 bin işçi çalışma kapasiteli ocağın 400 kişilik çalışan seviyesine indirildiğini belirtiyor. Bundan çıkarılacak anlam şu; 5 bin kişi kapasiteli devasa bir işletmenin aynı devasalıktaki teknik ve donanımı için, yani sadece bu kısmı için bile belki onlarca kişiye ihtiyaç var. Ancak Kartal’ın dediğine göre işçi sayısındaki azlık bu madeni döndürmeye uygun sayı ve donanımda değil.
Şöyle sürdürüyor konuğumuz Kartal; “Bu raporlarda bir kadro eksikliğinden bahsediliyor. Bu kadrolar doldurulmadığı takdirde, kazalara davetiye çıkarılacağı belirtiliyor. Eksi kotlara inildiğinde metan oranının yükseldiğini, bu metanın tahliye edilmesi için gerekli önlemlerin alınması gerektiği belirtiliyor. Grizu patlaması için metanın yükselmesi gerekiyor. Buralar çok tecrübeli iş yerleri. Sürekli gaz ölçümleri yapılmak zorunda mı? Evet. Bunu yapacak kadroları sen tahsis etmezsen ya da tasfiye edersen, 5-6 kişinin yapacağı işi bir kişiye yüklersen geleceğimiz nokta bu. Sadece kadro eksikliği de değil. Bilinçli bir tercih. İşçi sağlığı, iş güvenliği bunları maliyet unsuru olarak görüyorlar. İnsanı insan olarak görmüyor. Bir makinenin parçası olarak görüyor ve ölen insanı da sayı olarak niteliyor.”
Dikkat çekici olan nokta o kadar çok ki, buraya sığdırmak için aradan seçmek durumunda kalmak dahi bu yazının kısa tutulabilmesine izin vermiyor. Erdoğan, bütün o devlet heybetiyle bölgeye gelmeden önce maden sahasının alt kısmında bulunan park alanında hınca hınç bir araç ve TIR hengamesi yaşanıyor doğal olarak. Ancak park alanının girişe en uzak mesafesine yerleştirilen son derece uzun bazı TIR’lar dikkatimi çekiyor. Hemen her kurumun, son derece modern teknoloji ile donatılmış TIR’ları yerleştirilmiş durumda. Yanılmıyorsam iki TIR’ın üzerinde İletişim Başkanlığı logosu ve arması bulunuyor. Bu TIR’lar vatandaşa ya da orada süren kurtarma çalışmalarına herhangi bir katkı sunmuyor. Çünkü yardım, gıda ve diğer ihtiyaç araçlarının etrafı sürekli kalabalık ve hepsi de patlamanın olduğu maden sahasının tam içinde. Öyleyse buradan koordine edilen şey açık. Zaten Erdoğan ile birlikte gelen tam kadro devlet erkanının içinde Fahrettin Altun da yer alıyor ve Erdoğan AFAD kriz masası TIR’ının içinde brifing alırken o da aşağıda kürsü, konuşma düzeni medya ile mesafe gibi konuları bizatihi koordine ediyor.
Devlet bütün imkanlarıyla orada evet. Devlet erkanı sahip olduğu bütün prestij ve kadro ile orada. Evet itibardan tasarruf söz konusu bile değil. Ancak bütün motivasyonun kaza sonrası durumla ilgili olması, bütün çabanın bir an önce çalışmaların sonlandırılıp, tablonun bir “fıtrat” kaçınılmaz şekilde kader planı olarak herkese kabul ettirilmesine dönük olması en çarpıcı gerçek olarak duruyor karşımızda. Söz konusu bu durumun hem kurtarma ekipleri, hem medya mensupları hem aileler olmak üzere herkes farkında ancak insanlar konuşmaya da, başka bir şeyi düşünmeye de asla cesaret edemiyor. Soylu oradaki herkese adeta, “buradayım ve tepenizdeyim” dercesine çalışmalar son noktaya gelene kadar alanda hareket halinde.
Muhalefet ve iktidar arasındaki sandık yarışı, alana gelişler konusunda da sürüyor. Bir ara gazeteciler Akşener, Kılıçdaroğlu ve başka liderlerin de patlama alanına geleceğini konuşuyor. Sonra biri Akşener ile Erdoğan ekipleri arasında, aynı anda orada olmamak için görüşmeler yapıldığı konuşuluyor. Zira öyle de oluyor. Erdoğan diğer tüm liderlerden önce geliyor. Tabi Muharrem İnce’yi saymazsak. İlginçtir, İnce yanında kimse olmadan tek başına giriyor alana. Yaklaşık yarım saat sonra Erdoğan geldiğinde kendisi orada ve kalabalığın içinde.
Erdoğan’ın ziyareti tamamlandıktan bir süre sonra Akşener geliyor. Akşam saatlerinde Kılıçdaroglu ve Davutoğlu da ayrı ayrı maden sahasına geliyorlar. Yani bu tür feci ve sonuçları ağır olan bir kazada bile 2023 seçim ve sandık yarışı, hali hazırdaki kamplaşma hepsinin bir arada toplumun karşısına çıkmaya, mağdur ve ailelerinin karşısına çıkmaya izin vermiyor. Bunca feci bir tabloda bile duygu ortaklığı edemeyen liderler konseyi, toplumuna nasıl bir reçete sunabilir ince ince düşünmek gerek sanıyorum.
Bir yandan soru sorulmasını günah sayan, kendisine sunulana şükredip alnını secdeden kaldırmadan muassır medeniyet seviyesine ulaşılacağını dikte eden bir iktidar, öte yandan hiçbir kapsayıcı, çözüm esaslı, toplumu yeniden kendi dinamikleri üzerinden inşa edecek bir reçete sunamayan bir muhalefet. Arada ise ölen ölür, kalan oylar bizimdir gibi son derece korkunç ve sarsıcı diğer tarafı madalyonun.
Burada kaza sonrasında Milletvekili Gamze Akkuş İlgezdi’nin yayınladığı bir rapora da atıfta bulunmak durumu daha iyi anlamaya yardımcı olacaktır. İlgezdi’nin hazırladığı rapora göre Türkiye’de 2003-2021 yılları arasında taş kömürü ve linyit madenlerinde çalışan toplam 152 bin 698 kişi iş kazası geçirdi. Bunlardan en az 921’i hayatını kaybetti. Bu yıllar arasında iş kazaları yüzde 97 oranında artış göstermiş durumda. Yine aynı rapora göre, 2003 yılında o zamanki adıyla SSK olan Sosyal Güvenlik Kurumu kayıtlarına göre 5.647 kişi iş kazası geçirirken, 2021 yılında bu sayı 11.104’e yükselmiş durumda.
Bu ayrıntılar hali hazırdaki iktidarın her seferinde “fıtrat” olarak gösterdiği kapağın altında, neredeyse toplumun tamamını daha çok kar elde etmeyi daha az insanla başarmak ve bütün toplumun adeta sermayenin keskin dişlileri arasında nasıl un ufak edildiğinin de delili bir yardan.
Ancak hal böyle iken iktidar partisinin oy oranında bir düşüş olduğu gerçeğine rağmen hala bu kadar güçlü olmasının elbette bir çok gerekçeli tarifi var ve burada Demirel’in ünlü, “Boş bir tencerenin devirmeyeceği iktidar yoktur” sözünü hatırlıyorum.
Son on yıldır neredeyse herkesin tenceresi boşalmaya başlamışken ve bütün yerel ve uluslararası raporların ayrıntılarına göre toplum tam bir açlık ve yoksulluk cenderesinde iken iktidarın giderek sertleşen tonuyla hükmetmeyi sürdürmesi cevabı aranması gereken sosyolojik bir tartışmaya dönüyor doğal olarak. Elbette bizce bunun başat nedeni iktidarın son 10 yılında toplumu Kürtler ve bazı birkaç irili ufaklı başlık altında olabildiğince milliyetçi, tahammülsüz, kendisi dışındakine yaşam alanı sunmamayı inandığı dinin de bir gereği olarak ikna etmiş olması bu tornaya sürmesi ve bunda başarılı olması yatıyor.
Türkiye toplumu, çağdaş, muassır medeniyet seviyesinde demokratik, toplumsal ve bireysel özgürlüklerini önemseyen, bilinçli ve uygar bir görünüm arzetmekten olanca hızıyla uzaklaşırken, toplumu bilgilendirme ve uygar bir düzeye gelebilme yolundaki en önemli aygıt olan medya konusunda ise durum bilindiği gibi.
(Yazılar, yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Rûdaw Medya Grubu'nun kurumsal bakış açısıyla örtüşebilir ya da örtüşmeyebilir.)