Qesra Şaneşîn: Dönüşen inançlar, kripto kimlikler ve kasabalı Kürt modernleşmesi

Kürt tarihinin derin katmanlarında yer alan Şaneşîn kavramı, yalnızca bir yapı ya da ibadet mekânı değil; inanç, kadın, toprak ve kimlik arasındaki kadim ilişkinin somutlaştığı kültürel bir hafıza merkezidir.

Mimari olarak Şaneşîn, bir ziyaret mekânının ya da evin içinde kutsal kabul edilen, genellikle taş işçiliğiyle belirginleştirilen küçük bir niş, mihrap ya da yüksekçe platformdur. Bu alan, evin veya yapının ruhunu temsil eder.

Ezidî ve Zerdeştî geleneklerde olduğu gibi “mekânın ruhu” (ruhê cîhê) anlayışı, bu mimari unsurda ifadesini bulur. Dolayısıyla Şaneşîn, hem fiziksel hem sembolik bir yapıdır; kutsal olanla gündelik hayatın buluşma noktasını temsil eder.

Kürtlerin İslam öncesi inanç sistemlerinde görülen bu kutsal mekân fikri, din değişimlerine rağmen süreklilik göstermiştir. Özellikle Ezidî ve Zerdeştî geleneklerde merkezî bir rol oynayan kutsal mekân düşüncesi, Hıristiyanlaşan veya Hıristiyanlaştırılan Kürt topluluklarında da yaşamaya devam etmiştir. Bu toplulukların köylerinde ya da kiliselerinde mutlaka bir Şaneşîn’in bulunması, yalnızca bir dini unsur değil, aynı zamanda kültürel bir zorunluluktur. Bu durum, dinin değişmesine karşın mekânsal kutsallığın ve coğrafi hafızanın varlığını koruduğunu gösterir.

Hıristiyan Kürtlerden söz edebilmek için, o bölgede mutlaka Ezidî köyleri, eski ziyaret yerleri veya Kürtçe ad taşıyan dağ, dere, ova ve su kaynakları bulunur. Bu yer adları, dilin ve kimliğin coğrafyayla kurduğu tarihsel bağı yansıtır. Çünkü coğrafya yalnızca bir mekân değil, hafızanın dilidir. Bu bağlamda Şaneşîn, hem kutsal alanı hem de kimliğin sürekliliğini temsil eder.

Bu toplulukların kültürel dokusunu belirleyen en önemli öğelerden biri, kadın figürüdür. Yahudi, Süryani ve Ermeni kadınlarla yapılan evlilikler, Kürt toplumsal yapısını dönüştüren başlıca etkenlerden biridir.

Bu kadınlar, özellikle kırsal ve kasabalı çevrelerde ev içi kültürel iktidarın taşıyıcısı olmuşlardır. Kadın burada hem dönüştürücü hem de aktarıcı bir roldedir; aile içinde dil, gelenek ve inanç çoğu zaman onun üzerinden şekillenir. Dolayısıyla Hıristiyanlaşan Kürt kimliği, basit bir din değiştirme süreci değil; kadın, inanç ve coğrafyanın kesiştiği bir kültürel müzakere alanı olarak okunmalıdır.

Bu dönüşümün bir diğer belirgin özelliği ibadet dilinin kaybıdır. Hıristiyanlaşan Kürtlerin çoğu, Süryanice, İbranice veya Ermeniceyi bilmezken, yerli Hıristiyan ve Yahudi cemaatler kendi ibadet dillerini koruyarak Kürtçeyi de yerel aksanla konuşmayı sürdürmüştür. Bu fark, inanç değiştirmenin aynı zamanda dilsel ve kültürel kopuşa yol açtığını gösterir.

Osmanlı’nın son döneminde gelişen Türkçülük ideolojisi, tam da bu çokdilli çevrelerin içinde filizlenmiştir. İttihat ve Terakki’nin kadrolarında yer alan bazı Osmanlı Yahudileri, dil üzerinden kimlik mühendisliği sürecine öncülük etmiş; böylece Türkçe, imparatorluğun yeni ulus kimliğinin temel taşı haline getirilmiştir.

Cumhuriyet’in ilanından sonra bu çokkatmanlı yapı yeni biçimler aldı. 1920’lerden itibaren kasabalı gayrimüslimler ile Kürt Müslümanlar arasında özellikle ekonomik çıkar, toprak devri ve sosyal statü temelinde karma evlilikler arttı.

Cumhuriyet’in erken döneminde geliştirilen “halkevleri” ve “halkçılık” ideolojisi, bu ailelerin çocukları üzerinden toplumsal meşruiyet kazandı. Artık kendini Türk hisseden herkes Türk’tür söylemi, yalnızca bir ideolojik dayatma değil, karma kimliklerin yeni kimlik inşası için sosyolojik bir kalkan haline gelmişti.

Bu süreçte kasabalı ve kentli Kürtler, gayrimüslim komşularının boşalttığı mülkleri devralarak toplumsal yükseliş yaşadılar; bu yükseliş aynı zamanda kültürel mesafenin de belirleyicisi oldu.

Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarının ardından Anadolu’daki gayrimüslim nüfusun kitlesel göçü, yeni demografik dengeler yarattı. Kentli ve kasabalı Kürtler arasında kurulan evlilikler mülkiyetin el değiştirmesine yol açtı. Böylece toplumsal konum, kadın ve soy üzerinden yeniden tanımlandı. “Anne” figürü bu dönemde yalnızca bir aile üyesi değil; sınıfın, onurun ve kültürel sürekliliğin taşıyıcısı haline geldi. Aristokratik tavır, kentli Kürt kadınlarında bilgelik ve statü göstergesi olarak yeniden üretildi. Bu ayrışma zamanla “köylü” ve “kasabalı” kimlikler arasında bir uçurum yarattı. Köylü Kürtlük geri, kasabalı Kürtlük ise modern ve aydın olarak tanımlandı. Böylece 1960’lardan itibaren Kürt solunun gelişiminde solculuk, bir ideolojik tercihten çok, sosyo-kültürel bir arınma biçimi olarak görülmeye başlandı.

1960’larda Türkiye’de solun gelişimi yalnızca entelektüel bir eğilim değildi; devlet destekli bir yönlendirme süreciydi. ABD yardımlarının kesilmesinin gündeme gelmesiyle birlikte, Türk Silahlı Kuvvetleri içinde belirli bir kanat, Batı karşıtı ve Sovyet yanlısı bir sosyalizm tehdidi oluşturdu.

Bu tehdit, kontrollü biçimde büyütülerek hem gençliği sisteme entegre etme hem de toplumsal muhalefeti yönlendirme aracı haline getirildi. Dolayısıyla Türkiye’deki sol hareketin örgütlenmesinde, ordu ve devletin gözetimi her zaman mevcuttu.

İlginçtir ki, bu dönemde Türk solu denilen yapının kadrolarının önemli bir bölümü Türk değil, Kürt kökenliydi. Ancak bu kimlik, dönemin siyasal atmosferinde bastırılıyor, milliyetçi olarak damgalanmamak adına gizleniyordu.

1969’da kurulan DDKO (Devrimci Doğu Kültür Ocakları) çevresinde toplanan gençlerin çoğu da bu karma kimlikli ve kasabalı ailelerden geliyordu. Devletle işbirliği yapan tüccar, memur, kaçakçı ya da ağaların çocukları, Cumhuriyet eğitim sistemiyle Türkçeleşmiş ve kentli kültürle temas etmişti.

Bu gençler, Kürt kimliğini ulusal bir özgürlük sorunu olarak değil, sınıfsal bir eşitsizlik sorunu olarak algıladılar. Milliyetçi damgası yememek için her biri daha “solcu” görünme yarışına girdi. Böylece Kürt kimliğinin inkârı, bir tür ilericilik göstergesine dönüştü.

Ancak bu modernleşme süreci, kadın, toprak ve coğrafya arasındaki tarihsel bağı tamamen ortadan kaldıramadı. 1980’lerden itibaren kripto aile yapılarında kadınların toplumsal konumu, yeniden soy ve mülkiyet üzerinden tanımlanmaya başladı.

“Onur” kavramı, ideolojik değil, kültürel sermaye haline geldi. Şaneşîn’in kadim yapısında olduğu gibi, bu yeni kentli ailelerde de kadın hem onurun taşıyıcısı hem sınırın bekçisiydi. Kripto kimliklerde kadın, geçmişin izini sürerken aynı zamanda gizlenmiş bir kimlik hafızasının merkezinde yer aldı.

Çüngüş’ün Ermeni-Terekeme yapısı, Çermik’in Elyasa (Alos) bölgesindeki Yahudi kökenli topluluklar, Siverek’in 1948 sonrası mülk devri gibi örnekler, bu kimlikler arası geçişlerin somut göstergeleridir.

Her biri, Kürt coğrafyasının yalnızca etnik değil, çok dinli ve çok dilli bir mozaik olduğunu hatırlatır. Bu yapı, tarih boyunca din değişimlerine, göçlere ve siyasal baskılara rağmen kültürel sürekliliğini korumuştur.

Bugün Qesra Şaneşîn, yalnızca geçmişin bir mimari kalıntısı değil, Kürt kimliğinin trajikomik tiyatrosudur. Burada din değiştirmeler, sosyal sınıf atlamalar, kasabalı modernleşme ve ideolojik kimlikler aynı sahnede buluşur.

Şaneşîn’in duvarlarında bir yanda dua, diğer yanda direniş yankılanır. Bu bina, Kürt kimliğinin inkâr ve yeniden doğuş arasındaki sonsuz döngüsünü temsil eder. Kadın, her dönemde bu döngünün merkezinde kalır: kutsal mekânın bekçisi, ailenin taşıyıcısı, kimliğin görünmez mimarı olarak. Onunla birlikte coğrafya, inanç ve hafıza yaşamaya devam eder.

Kürt tarihinin derin yapısında Şaneşîn, hâlâ bir toplumsal tiyatro binası gibidir. Trajedinin içinde komediyi, inkârın içinde direnişi, asimilasyonun içinde hafızayı taşır. Ve bu binanın taşıyıcı sütunları, ne kilise ne camidir; kadın, toprak ve dildir.

 Kaynaklar

Ramazan Ergin, Kürt Toplumunda İnanç, Kadın ve Coğrafya Üzerine Notlar, yayımlanmamış araştırma notları, 2023.

İsmail Beşikçi, Doğu Anadolu’nun Düzeni: Sosyo-Ekonomik ve Etnik Temeller, Yurt Kitap-Yayın, Ankara, 1991.

Hamit Bozarslan, Kürd Sorunu: Tarih, Siyaset, Şiddet, İletişim Yayınları, İstanbul, 2020.

Cengiz Güneş, Modern Kürt Siyasî Hareketinin Oluşumu, İletişim Yayınları, İstanbul, 2019.

Hasan Bildirici, Ezidiler: Tarihleri, İnançları ve Sosyal Yapıları, Avesta Yayınları, İstanbul, 2014.

Mehmet Bayrak, Kürtler ve Ulusal-Demokratik Mücadeleleri, Özge Yayınları, Ankara, 1993.

Celile Celil, Xoybûn ve Ağrı Dağı İsyanı, Avesta Yayınları, İstanbul, 1998.

Zülküf Kaya, Türkiye’de Kürt Solu ve Sosyalist Hareketler (1960–1980), Dipnot Yayınları, Ankara, 2017.

 

(Yazılar, yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Rûdaw Medya Grubu'nun kurumsal bakış açısıyla örtüşebilir ya da örtüşmeyebilir.)