Bir haberci olarak her gün, her saat ve tekrar aşındırdığımız yollarda, haber peşindeki rutin koşuşturmacanın olduğu günlerden birini yaşıyorum. Bu sefer kameraman arkadaşım Şakir Uygar ile birlikte insanlık tarihinin 13 bin yıl öncesine uzanan kadim uygarlıkların ilk yerleşke yerlerinden biri olan Urfa’ya doğru bir yolculuğa çıkıyorum.
Urfa! Hani her yıl onlarca genç kadın ve erkeğin arazi anlaşmazlığından kaynaklanan aşiretler arası ya da akrabalar arası kavgalarda hayatını kaybettiği o “şanlı” Urfa! Yıllardır süren bu kavgalar, tedavi edilmeye muhtaç fakat bir türlü kabuk bağlamayan ağır ve ölümcül bir yara gibi kanamaya devam ediyor.
İşte biz de bu sosyolojik yara hakkında bir haber yapmak üzere Urfa’ya doğru yola düştük. İstedik ki bu konuyla ilgili yapacağımız bir haber küçük de olsa toplumda bir farkındalık yaratsın. Hiç olmazsa, "topraktan sebeplerle" yitip giden canlara dair bir empati oluşsun. Bu bize yeterdi. Dahası bu haberi izleyen gençlerin hafızasında, amca-yeğen, yeğen-dayı yahut aşiretler arası kavgalardan uzak durma fikri oluşturmaktı amacımız.
Urfa’ya varır varmaz ilk olarak sonu çoğu kez ölüme varan bu gerçekliğin alt nedenlerini öğrenmek istiyoruz. Bir metrekare tarla için ölüme giden, öldüren veyahut öldürten sosyolojinin kodlarını öğrenmek üzere genç bir avukata düşüyor yolumuz. Genç avukat ensest ilişkilerden, gençler arasındaki yüksek orandaki madde bağımlılığına varıncaya değin bir dizi acı toplumsal sorunun soğuk yüzüyle baş başa bıraktı bizi.
Laf lafı açıp söz söze eklemlenince de genç avukat elindeki bir dosyadan bahsetmeye başladı. O anlattıkça kanım çekiliyordu. Sanki trajik bir filmin senaryosunu dinliyor hatta yaşıyor gibiydim. Ama dinlediklerim bir senaryo değildi. Yaşanmış bir trajedinin suratımın ortasına düşen ağır bir tokatıydı. Tüylerim diken diken olmuştu, sırtımdan aşağı soğuk ve ürperten bir ter akmaya başlamıştı. Sırtım ter içinde kalmıştı. Gelin hep birlikte bu acı hikayede yolculuğa, ölümden bir yolculuğa çıkalım!
Dosyada adı geçen gerçek kişilerin isimlerini değiştirerek anlatacağım hikayeyi. Bu hikayede bir ocağının nasıl söndürüldüğüne ve kökünün nasıl kazındığına, tarumar edildiğine benimle birlikte siz de şahitlik edeceksiniz. Bahse konu trajik hikayede kahramanın adını Zozan olarak değiştirerek anlatacağım.
Zozan genç bir kızdı. Urfa'da annesi ve babasıyla birlikte yaşıyordu. Lise son sınıfa giden ailenin tek kızıydı. Tek kız çocuğu olduğu için de ev işlerinde annesine yardımcısı olurdu. Güler yüzlüydü Zozan. Derslerinde oldukça başarılıydı ve büyük hayalleri vardı. İyi bir üniversiteden mezun olup sosyolog olmayı hayal ediyordu. Az çok yaşadığı toplumun gerçekliklerini biliyordu ama sosyolog olup o gerçekliğin karanlığında debelenen çaresizlere bir ışık olmak istiyordu o.
Zozan çocuk yaşlardaki zorla evlilikleri bitirmek istiyordu. Berdelin karanlığına düşen kadınlara çare olmak istiyordu. Yüz kişiyi bile bu toplumsal gerçekliklerin kötülüklerinden korumayı başarsa yeterdi ona. İşte o gün de Zozan bu hayallerle günü geceye kavuşturmuştu.
Zozan'ın annesi o gün komşularına misafirliğe gitmişti. Zozan ile babası Mihemed evdeydi. O babasına bir şey söylemek için kıvranıyordu ama bir türlü o cesareti kendinde bulamıyordu. Genç ve çok güzel bir kızdı. Uzun, ince ve narin bir bedene sahipti. Yüzü kalemle çizilmiş gibi kusursuzdu. Elmacık kemikleriyle küçük burnu ve uyumlu yüz hatlarıyla herkesin dikkatini çekiyordu. Uzun siyah saçlarını örerek belinden aşağı sarkıtırdı. Eğer bir film ajansına kaydolsaydı iyi bir aktrist olması içten bile değildi.
Mahallesindeki herkes hem güzelliği hem zekasıyla O’nu parmakla gösterirdi. Ev işlerinden fırsat bulduğu an kitaplarının arasında soluğu alıyor, kurmayı planladığı geleceğin düşlerine dalıyordu. Zozan, o gece tarifsiz bir sıkıntı içinde depreşip duruyordu, babasına söylemek istediği ama bir türlü o cesareti bulup dile getiremediği isteği beynini kemiriyordu. Bir daldan başka bir dala uçmak isteyen ama o takati kendinde bulamayan bir kuş gibi çırpınıyordu. Babasından isteyeceği şeyin kabul görmeme olasılığı ya da babasının göstereceği tepkiyi kestiremediğindendi o kıvranışı.
Babası günde beş vakit namazını kılan ihtiyar ve çevresinde çokça sevilen saygın biriydi. Hacca gittiği için herkes ona Heci Mihemed diye hitap ediyordu. Zozan o saygın adamdan bir şey istemeye utanıyordu. Dakikalar saate saatler günlere dönüyordu sanki, zaman akıp gidiyor ama o iki dudağını açıp söyleyemiyordu.
Zozan o akşam bir arkadaşında ders çalışmak istiyordu. İşte saatlerdirdir debelenip bir türlü söyleyemediği şey buydu. Fakat hangi kelimeleri eşleştirip nasıl ve ne şekilde söyleyeceğini bilmiyordu. Dakikalar sonra bütün cesaretini topladı ve babasına dönüp; “Bu akşam Fatmalara ders çalışmaya gidebilir miyim” diyebilmişti. Bir kaç saat ders çalışıp geleceğini de eklemiş, nefesini tutarak babasının vereceği cevaba kulak kabartmıştı.
Babası; “Kızım gecenin bu saatinde arkadaşlarına ders çalışmaya gideceğim diyorsun, seni dışarıda görecek konu komşu ne der hiç düşünmüyor musun? Laf olur, otur oturduğun yerde. Dersini evde çalış” diyerek Zozanı engellemek istemişti.
Fakat Zozan gitmek için ısrar ediyordu. Ne o ne de babası vazgeçmiyordu. Zozan’ın ısrarından kurtulamayan baba, durumu anlatmak için komşuda misafir olan eşine telefon açtı: “Zelîxa, kızın gecenin bu saatinde arkadaşıma ders çalışmaya gideceğim diye ısrar ediyor. Söyle ona evinde ders çalışsın.”
Ama Zelixa eşi gibi düşünmüyordu. “Bırak ayda yılda kızın senden birşey istemiş, gitsin dersini çalışıp geri gelsin” diye telkinde bulundu eşine. Baba Heci Mihemed izin vermeye ikna oldu. Zozan büyük bir başarı elde etmişçesine ellerine birkaç kitap ve defter alıp arkadaşı Fatma’ya gitmek üzere evden çıktı.
Fatma onu cana yakın sevecen bir edayla karşılamıştı. Bu Zozan'ın Fatma ile üçüncü görüşmesiydi. Fatma arkadaşına kurabiye, bisküvi ve içecek ikram etti ve sohbete başladılar. Kısa bir süre sonra Zozan göz kapaklarının ağırlaştığını hissetti ve derin bir uykuya daldı…
Bir kaç saat sonra uyandığında dersini çalıtığını ve yorgunluktan uykuya daldığını düşünüyordu. Toparlanıp arkadaşı Fatma'yla vedalaşıp evine gelmişti. Aradan iki hafta geçtikten sonra Zozan şiddetli bir karın ağrısı çekmeye başlamıştı. Midesi bulanıyor ve sürekli kusuyordu. Babası bir anlam veremiyordu Zozan’ın bu durumuna. Ağrılar katlanılamayacak bir hal alınca babası Zozan’ı doktora gösterir.
Tetkik, tahlil, ultrason derken, Zozan’ı muayene eden doktor yüzünde gülümseme ile yanlarına gelir ve Zozan’ın babasına “Kızın hamile gözün aydın!” der. Baba, kaskatı kesilir, dili dönmez. Zozan ve babası için o an zaman durmuştu sanki, zamanla birlikte dilleri de tutulmuştu. Görmüyor, duymuyor hissetmiyordu sanki hiçbir şeyi.
Heci Mihemed ve Zozan hiçbir şey konuşmadan evin yolunu tutmuştu. Yolda eve dönerlerken Zozan babasına; “Baba bu işte bir yanlışlık var böyle birşey mümkün değil” diyordu.
O, arkadaşı Fatma’nın evinde ders çalıştığını zannediyordu. Oysa canı bildiği arkadaşı O’na büyük bir kötülük etmişti. İçeceğine uyku ilacı koyup uyumasını sağladıktan sonra, önceden anlaştığı tanınmış aşiretlerden birinin oğlu tarafından cinsel saldırıya maruz kalması için zemin hazırlamıştı.
Zozan’ın babası ve annesi şok eden bu gerçek karşısında kızlarını korumak için Urfa’dan büyük bir metropole göç etmek zorunda kalırlar. Akrabaları bu olayı duyarsa Zozan’ın ölüm fermanı çıkartılır diye büyük bir korkuyla bilmedikleri bir başka şehirde yaşamaya çalışırlar.
Nitekim çok geçmeden korkulan olur, aşiret üyeleri olayı duyar ve tam da tahmin edildiği gibi Zozan’ın ölüm fermanı çıkartılır. Zozan’ın babası önce bu haksızlığa direnir, kızını öldürmeyeceğini söyler. Ama ağır baskılara dayanamaz ve bir plan dahilinde bunu gerçekleştirmeye karar verir. Bir süre sonra Zozan bebebeğini düşürür ve aile tekrar Urfa’ya döner.
Babası, bir gün Zozan’ı alışverişe götürür ve kızına “canın ne isiyorsa al kızım” der. İlk defa babası Zozan’ı büyük bir mağazaya götürür ve istediği şeyleri almasını söyler. Zozan da şaşkın ama çok da mutludur. O güne kadar ya annesi Zelîxa veya arkadaşları ile alışverişe gitmiştir. Daha önce hiç bir şekilde babasını bu kadar ilgili görmemiştir.
Zozan beyaz bir elbise beğenir. “Lise mezuniyetinde giyerim”, hayali kurar. Elbiseye uygun bir de ayakkabı alınır. Alışverişten sonra babasıyla arabaya binerler. Babası arabayı şehir dışına doğru sürer. O güne kadar babasından utanan Zozan'ın dili çözüür durmadan knuşur. Bir ömrün bütün sözcüklerini o an orada tüketmek istercesine büyük acele ile sürekli konuşur. Espriler yapar, şakalaşır fakat babası tek kelime etmez.
Bir kaç kilometre yol gittikten sonra Zozan babasına acıktığını ve uzun zamandan beri ciğer yemediğini söyler. Baba direksiyonu geri çevirip şehrin en ünlü ciğercisine götürür kızını. Yemek yedikten sonra babası bir kez daha arabayı şehir dışına doğru sürer. Bir 20 kilometre yol gittikten sonra Zozan babasına bu sefer de canının tatlı çektiğini söyler. Babası bir kez daha geri döner ve kızına baklava yedirir. Ve sonra baba bir kez daha aracını şehrin dışında bulunan ormana doğru sürer.
Mevsim yazdır. Urfa’nın kavurucu yaz sıcağına karşı aracın kliması bile fayda etmez. Ama Zozan’ın içini tarifsiz bir ürperti kaplar ve titremeye başlar. Yazın ortasında üşümeye başlamıştır. Elini klimayı kapatmak üzere düğmeye uzatır, babasının da eli oradadır. Babası kızının tir tir titrediğini fark eder. Son konuşmaları ne olur bilinmez ama, Hecî Mihemed kızını arabanın içinde tabancayla ateş ederek öldürür!
Zozan’ın yaz sıcağında tir tir titreyen bedeni kana bulanır. Zozan’ın babası hapse atılır. Genç avukat staj yaptığı avukatlık bürosu tarafından görevlendirilir ve Zozan’ın babasını ziyarete gider. “Evlat katili” olan babanın tek bir isteği vardır. Savcılık izni dahilinde kızının kabrini son kez ziyaret etmek ister. Ama savcı buna izin vermez. Ve birkaç gün sonra ceza evinden bir haber gelir. Zozan’ın babası Heci Mihemed deterjan içerek intihar etmiştir.
Kocasının intihar haberini alan Zelixa da dilden kesilir. Yemez, içmez. Konu komşu Zelixa’nın aklını yitirdiğini düşünür. Çok geçmeden, Zozan’ın annesi Zelixa da kendini evin tavanındaki pervaneye asarak intihar eder.
İşte genç avukatın bir çırpıda anlattığı bu trajik hikayeyi duyduğum andan şimdiye kadar aklımda hep aynı sorular var.
Evet… Zozan’ı babası öldürdü, tetiği o çekti, katil o. Ama bu ülkede her gün neredeyse bir kadın, partneri, eşi, babası, ağabeyi ya da kendisine en yakın erkek tarafından öldürülüyor. Zozan’ı ve hemcinslerini bu tasarlanmış cinayetlerden, bu şiddet kıskacından neden koruyamıyoruz?
Peki, Zozan'ı sadece babası mı öldürdü yoksa toplum mu?
Kızını öldürmemek için aile baskısından köşe bucak kaçan, il değiştiren yaşlı babanın ve hem kocasını hem de kızını kaybeden ve bu acıya dayanamayıp intihar eden kadının katili kim?
Cevap mı soruda, yoksa soru mu cevapta, ben bilemedim. Bir de siz düşünün..!
Not: Yazarın yazısı Kürtçeden Türkçeye çevrilmiştir
(Yazılar, yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Rûdaw Medya Grubu'nun kurumsal bakış açısıyla örtüşebilir ya da örtüşmeyebilir.)
Yorumlar
Misafir olarak yorum yazın ya da daha etkili bir deneyim için oturum açın
Yorum yazın