Yazının başlığı, aşağıdaki gelişme ve sonuç(suzluk) bölümlerinin bir tatil ya da kısa bir seyahat için Türkiye’de olmak şeklinde de anlaşılabilir. Kelam şu ki, mevzuumuz Türkiye’nin 5 gününden oluşan bir kesit. Bu ister beş günlüğüne Türkiye’ye gelmiş biri olsun, ya da Türkiye’nin herhangi bir şehrinde yaşayan ortalama bir insanın beş günü olsun. Beş gün bu kubbenin altında olmak, sizinle birlikte nasıl bir tablo olur örneğin… ortalama demişken, ben hemen ortalamanın altında biri olarak kendi açımdan beş günlük ‘tatilimi’ anlatacağım. Herkes, yani 80 milyon diye tanımladıkları kütlenin tamamını oluşturan her birey, ya da her canlı da aynı kubbenin altında olduğundun, herkes bu tablonun bir parçası. Musa Anter’in deyimiyle, 80 milyonun tamamı da bu durumun hem tanığı, hem sanığı, hem davacısı hem de davalısı gibi. Mesleki olarak sınıflandırma yapıp yolu kısaltırsak, gazeteci diye tanımlanmam sanırım yanlış olmasa gerek. Dolayısıyla da bu beş gunün beşini de farklı sosyo-siyasal durumlarla geçirince, tablonun büyük kısmının da içinden geçmiş oluyorsun. Bir doktor hastanede, bir öğretmen kendi hattında, bir işçi ya da köylü de kendi mecralarında aynı şeyi görüyor, yaşıyor, dokunuluyor ve hissediyor muhakkak.
Tahtakurusu işçilerinin dünya projesi
Birinci günden başlayalım; 13 eylül sabahı, ki kendisi 12 eylülün sonrası olur, İstanbul ofisimizde yaprak kımıldamazcasına, o gün herhangi bir haber yapmayacağımızı düşünerek güne başlarken, çok erken saatlerde gazetecilerin watshap grubundan 3. Havalimanı işçilerinin iş bıraktığı bilgisi paylaşıldı. Malum, 3. Havalimanı demek, neredeyse alfabenin tamamı demek de sayılabilir. Binlerce kişi olduğu fotoğrafları da gelince, adeta nasıl bir beş günün sırada olduğunu hissedercesine, yola düştük kameraman arkadaşımla birlikte. Malum bu güne kadar güzergahımız üzerinde olmadığı için 25 dakikada ulaşabileceğimiz noktayı, yaklaşık 2 saat köy ve dev viyadük ve yolları turladıktan sonra varabilidik. Gittiğimizde biz Rudaw Tv ekibi dışında görünürde başka medya kuruluşundan kimse yoktu. Ancak Artı Tv’nin bizden önce geldiklerini ama gittiklerini de, işçilerden öğrenecektik. Atmosferi koklamak diye bir tabir varsa, sanırım bu en çok gazetecilerin yaptığı aynı zamanda yapmaya ihtiyaç duyduğu bir girizgah olduğundan, kameramana arabada kalmasını söyledim. Zira on ayrı yönden façayız ve ortalık oldukça gergin ve puslu. Telefonumla kamp girişindeki yığınaktan başlayarak, işçileri, kamp alanlarını vs haber için ihtiyacım olduğu kadarıyla çektim ve kimse de pek oralı olmadı. Derken HDP’li Milletvekili Züleyha Gülüm de söz konusu noktaya gelince, kameramanı çağırıp, sanırım çekim yapabileceğimiz bir kolaylık yakaladığımızı düşünüyorum. Derken canlı yayına geçtik ve çok sayıda işçiyle, temsilcileriyle, milletvekiliyle de kısa ropörtajlar yapma imkanı bulmuş olduk.
O kadar çok benzemez yan yanaydı ki, atmosfer herkesi, ne yapacağı cevabını bilemeyiş atmosferine sokmuştu. Biz gitmeden biber gazlı ve tazyikli suyla müdahale olduğu konuşuluyordu. Şimdiyse, kamp alanından çıkan bazı sorumluların araçlarının önünü kesen bir işçiyi (ki kesinlikle Kürt değildi) diğer işçiler ikna etmeye çalışıyordu. Jandarma ısrarla dokunmuyordu adama ve komutan ise yeltenen askerler olduğunda, dokunmamalarını emrediyordu. Bu durum yaklaşık 5-6 araçta tekrarlandı. Sonrasında ise işçi temsilciler ellerinde 12 maddelik bir metinle geldiler kendi kendilerine bir basın açıklaması yaptılar. Zira basın sadece Rudaw ekibiydi. Minibüstekiler o kadar garip durumdaydılar ki, gidip CEO’yu birazdan buraya getireceklerini ve bu maddeleri kabul ettiklerine dair açıklama yaptıracaklarını söylüyordu. Bu arada sabahki müdahalede Kürt işçiler jandarmaya direnç gösterdikleri için, işçiler yavaştan ikiye ayrılıyordu. Kimisi, ‘jandarmaya taş atmak da nedir’ diyor, kimisi o arabayı yamalıydık diyordu.
O gün kimsenin pek itibar etmediği havaalanı mevzuu ertesi gün neredeyse dünyanın gündemi olacaktı. Zira 4 sularında jandarmanın yatakhanelerin kapılarını kırarak 400’ün üzerinde işçiyi gözaltına aldığına dair fotoğraf ve bilgiler düşmeye başladı. Biz de ikinci günkü planlamamız iptal edip yeniden ve bu kez 25 dakikada işçilerin bulunduğu kampa vardık. Bu sefer sadece biz yokuz, ama bizden başka kamera da yok. Bazı gazeteci arkadaşlar fotoğraf makineleriyle ya da telefonlarıyla görüntü alıyorlar ama görsel basın olarak sadece Rudaw ekibi var. İki bültene canlı yayın, vekillerden görüşler derken, herkes gittiğinde yine biz kalıyoruz ve nihayetinde nazikçe oradan çıkarılıyoruz.
Gelişmeler herkesin malumu, yalnız bazı mesai arkadaşlarım ve tanıdıklarım, kendimize dikkat etmemiz gerektiği yönünde telkin telefonları ederek, twitter üzerinden Rudaw hakkında bir tag açıldığını ve kampanya halinde hedef gösterildiğimizi iletiyorlar. Girip baktığımda, ne bölücü örgüt tvsi olduğumuz kalıyor, ne olayı bizim kışkırttığımızı iddia edenler, ne onların işçi değil, dışarıdan gelen provokatörler olduğu ne mikrofonumuzun yuvarlak içine alındığı vs türlü işlemelerle kampanya yürüyor. Mevzu, bazı küresel kanalların Rudaw’ın görüntülerini ve twitlerini paylaşmasıyla da ‘şanımıza yaraşır’ seviyeye ulaşıyor.
Çingene mezarında at ayini
Hal böyle olunca üçüncü gün, bir el ayak çekilmemiz gerektiğini düşünüyoruz. Dahası işçilerin durumu artık köşe yazarlarının işi olduğuna ve eylem de bittiğine göre, soft bir gölgeye çekilmemiz doğru da olur. Kürdistan parlamento seçimleri oranın bütün gündemini, ekonomik mevzular buranın bütün gündemini oluşturduğu için de, soft dediğimiz bir konuyla tv’nin gerilimli akışına bir çentik atmanın uygun olacağını planlama departımanızla konuşarak, Adalar’da yapılacak Atlara Özgürlük konusunu öneriyorum. Sonrasında ise saat 16.00’da yapılacak eylem için adaya geçiyoruz. İskelede polis önlem almış durumda ve polis sayısı, eylemin cılız geçeceği olarak da yorumlanabilir. Ancak beş dakika içinde toplanan kalabalık polisi de, bizi de, eylemcileri de şaşırtıyor. Önce yürüyüşü, sonra açıklamayı çekip iki demeç alacağız ve sonra da faytoncuların yanına gidip onların cephesinden durumu haberimize ekleyeceğiz, beraberinde de Müslüman ülkelerden gelen fayton sevdalılarının fikrini alacağız. Eylem oldukça renkli, herkes olması gerekitği gibi davranıyor. Polis polisliğini, eylemci eylemciliğini, gazeteciler gazeteciliğini yapıyor. Eylem sonrası, fayton garajına gidip, doğrudan kürt bir sürücüyle kısa bir ropörtaj yapıyoruz. Bitmeden etrafımızda minik bir atçı kalabalığı oluşuyor. Sonrasında da geçen yıldan yine bir tv çekiminde tanıştığım, demeç aldığım bindirici başı, ya da çığırtkan (ki kendisi kürt olur) diyeceğimiz aygıt, aynen şöyle diyor, “Burada çekme yapamazsınız. Hele bızım dılîmızde qonişmiyorsansa heç olmaz”. “Lan oxlım senin dilin necedir” diyesin geliyor ya gazeteciyiz de, emmi gızıyı.
Velhasıl devamında tamamı kürt olan fayton sürücüleri, 7 buçuk dakika sonra bizi linç edecekleri işaretini gırtlağımıza kadar veriyor. Anons çekmemiz lazım ve mümkünse bir demeç daha alabilirdik. Geçten, tıfıl bir hespkürt jönü öyle bir dalış yapıyor ki bize, kenarda oturan başka bir kürt, bildiğin onu tokatlayarak yanımızdan uzaklaştırıyor. Derken durumun nereye gideceği malum, at garajından uzakaşıp, adının atça yoğun olan bir yerinde anonsumuzu çekmeye karar veriyoruz. Malum arkamızdan atlar geçiyor, atmosfer uygun.
Önceki gün sosyal medyadan yaşadığımız türk linci, bu gün ise adada kürt linci olarak ve de fiili olarak bahşolunuyor bize.
Başın kenti Ankara
Dördüncü gün özel bir durum için Ankaradayım. At hışmından kurtulduktan sonra otobüsle buraya geliyorum. Günün önemli kısmı bir ilkokulda geçiyor. Okula yeni başlayan minikler, aileler, öğretmenler, süslenmeler, heyecanlar ne ararsan var ilk gün malum. Buradaki benzemezlerin biraradalığından, değişen ama gerçekten değişen eğitim öğretim atmosferinden, okullardan, dizayndan, renklilikten, sınıfların ve koridorların gerçekten sevimliliğinden, veli, öğretmen ve hademenin sevimliliğinden, hiç bahsetmeye niyetim yok. Sünnet merasimi düzenlenen erkek çocuklarının hissettiği duygu neyse, atmosferi iki kelimeyle tanımla deseler, kesinlikle ‘sünnet merasimi’ derim.
Okul idaresinin birinci sınıfa başlayacaklar için hazırladığı listeyi asla pas geçemem. Kesinlikle öğrencilerin çok ama çok şey öğreneceklerini, bilinçlenmekten, muasır mezuniyet seviyesini kesinlikle çok çok aşacaklarına hiç şüphe yok. Dört silgi, dört bant, iki kalemtraş, iki top a4 (ki kendileri 18 lira olur), cetvel takımı, not defteri, çeşitli ebatlarda 4 defter, iki resim defteri, yaklaşık 30 ayrı tür kalem, oyun hamuru, 10 naylon dosya, 2 garip isimli dosya, TDK onaylı sözlük, (özçekimli götürgeçli), kısacası, bir köydeki bir kırtasiyenin bütün köyün öğrencilerine 6 ay yetecek miktardaki malı alındıktan sonra listenin sonuna gelmiş oluyorsunuz. Benim babam bunlar savaşa değil okula gidiyor diyesin geliyor, kimse yok. Ulan memlekette bant kıtlığı mı yaşanacak, birinci sınıf öğrencisine tek seferde 4 bant 30 kalem, 4 silgi, iki kalemtıraş diyesin geliyor, adın aile içinde pintiye çıkıyor. Arkadaş bu çocuklar sadece oturup bu 6 ayını bütün derslerde bu malzemeyi hiç etmeye verseler biteremezler, babam bunları çobana versek daha iyi olacak, emin misiniz, yaw biz ne yaptık diyesin geliyor, anneniz arıyor vallahi sen delisin diyor.
Gördüğünüz gibi dördüncü günü pek bu kısmıyla önemsemeden hemen beşe geçiyorum. Sıkın biraz dişinizi en cümbüşlü kısım bu.
Kırmızı listede aransam ne olurdu la?
Dördüncü günün son saatlerini değerli dostum ve meslektaşım Şevket Herki, balıkçı Mustafa Abi ve arkadaşımız Abdulselam’ın muazzam kürt kadirşinaslıkarıyla ağırlandıktan sonra saat 22.00 otobüsüyle İstanbul’a dönmek üzere yola çıkıyorum. Niyetim bir iki film izlemek, biraz Bextiyar Eli okumak ve biraz da uyumak. Meğerse dostlarımın o misafirperverlikleri benim için yolda yaşayacaklarımın dinlenme istasyonuymuş da.
Otobüste film yok. Ekranları değiştireceklerimiş istersem tv izleyebilecekmişim. Eh Bextiyar Eli’nin canına minnet. Yolculğun beşinci saatinde içim geçiyor ve bir dürtüklemeyle uyanıyorum. “Polis kimlik kontrolü”. Evet uzunca bir süredir Ankara-İstanbul arası Şemdinli-Yüksekova arasına benziyor. Kimlikler bana kadar toplanmış, benden sonraki son koltuktan da alındıktan sonra polis, “Kimse araçtan inmesin” diyerek ön kapıya yöneliyor. Ben vicdansızı başıma geleceği bildiğim için peşinen olacakların işaretini veriyorum polise ve bir tutanak hazırlamaları gerekeceğini söyleyip ben de öne doğru yöneliyorum. “Ne için?”. Askerlik… “Sen gel benle”
İniyorum ve az ilerideki seyyar karakollara doğru yürüyoruz. Lar eki var zira biri özel harekatın, bitişikteki de asayiş, güvenlik, narkotik, terör ve oto hırsızlığı şubenin karakolu. İçerisi minik bir yazıhane. GBT sonrası aranmam olduğu söyleniyor.
Film de orda kopuyor. Ya da başlıyor. Yaklaşık 3 saat ne kadar aşağılanma türü varsa, ne kadar tehdit ve sinkaf varsa, ne kadar vatanseverlik ve vatan hainliği varsa, ne kadar tehlikeli olasılık varsa, üzerimden tır gibi geçiyor. Konuşmaların birinde terör örgütü propagandası olduğunu duyuyorum. Sigara içip içemeyeceğimi söylüyorum, biraz bekle diyorlar. Biri dışarı çıkarıyor, biri içeri götürüyor, biri valizlerimi soruyor. Valizim olmadığını, sadece yanımdaki sırt çantam olduğunu söylüyorum ama onlar ısrarla benim kesinkez bomba da taşıdığımı düşünüyor alacaklar ki, otobüsü boşaltacaklarını, bir şey çıkarsa yanacağımı söylüyorlar. 90’lı yıllarda duyduğumuz ne kadar hikaye varsa, her biri etraftaki bir ağacın altına tünemiş. Özel harekattan olanlar, “Hangi örgütün propagandasını yapıyorsun lan” diyor, ben bilmiyorum diyorum, yumruk peşi sıra. Bildiğim hiçbir propaganda dosyam yok. İfadeye çağrıldığım bir dosya da yok. Tebligatı yapılmış bir şey de yok. En azından bana ulaşan bir tebligat yok. Ki adresim 8 yıldır aynı yer. Velhasıl orada ne kadar polis varsa herkese ne iş yaptığımı, nerden geldiğimi, nereye gittiğimi, ne yediğimi, neden az su içtiğimi tekrar tekrar söylemekten kendime yabancılaşıyorum.
FETO’nun 1 Doları Allah Belanı Versin
Bu minik hızlandırılmış turun arasında, gazeteci oludumu hatta milletvekili tanıdıklarım olduğunu J söylemem, ablukayı biraz gevşetiyor. Velhasıl beklenen ekip geliyor ve ellerim arkadan kelepçelenerek, tabi bombam olmadığını, aramanın azıcık tefekkür edilse basit bir propaganda suçu (en fazla) olduğunun anlaşılacağı, buranın Afrin olmadığını, Ankara’yı İstanbul’dan bölmek gibi bir planım olmadığını bilip bilmemelerinin hiçbir önemi yok. Ters yön olduğu için gelen ekibin ilerideki dinlenme tesisinin arkasındaki tarlaya gelebildiğini, ellerim arkadan kelepçeyle giderken anlıyorum. Tabi FEtO’nun 1 Dolarını atlamayalım. Malumunuz dolar kullanmak da vatan hainliğinin moda versiyonu. Eh biz de yabancı televizyon kanalı sınıfına girdiğimiz için, maaşlarımız da dolar. Anlatılan hikayelere göre de dolar zenginiymişiz tabi. Velhasıl maaşlarımız da yeni gelmiş, küsuratlı olduğu için de 3 adet 1 dolar var cüzdanımda. Bir tanesi F serisi olmasın mı. Evet evet benimki tam bahtsız bedevilik. Vicdanım yok, dosyam güzel, isim değişikliği yapmışım, propagandadan aranıyorum, kürdüm, Barzaniciyim (Nasıl olunuyorsa), anlayacağınız façam paçamdan akıyor.
Sabahın 5-6’sı ve sonbahar soğuğu, neyeki Orhanlı Emniyet Müdürlüğüne kadar araba sıcak. Yolda geride bıraktığımız tablonun kenar süslerini geçelim. Karakolda beni ne yapacaklarını bilmiyorlar. Şafak vakti, sıradan memur polisler var ve ateşe kimse yaklaşamıyor. Sabah onlar asıllar gelene kadar bekleyeceğim. De nerede. Nezarethane dolu. Gözlem odasına götürün beni. Gözlem odasında iki bank benzeri bitişik oturak var. Birinde bir arap genç yüz üstü yatıyor, ötekinde yaşlı kürt sırt üstü. Arabın ayaklarının bitişiğindeki sandalye boş, eh manzara da koku da güzel. Birkaç saat keklik uyuması şeklinde geçiyor ve bir ekip geliyor. Doktor raporu alacaklar. Darbım yok doktor hanım. Dönüşte öndeki polis şoförle doktor kadını soruyor. Sence o kadının ismi ne olmalı. O bilemeyince oyuna beni de ekliyor. Songül diyorum. Hayır hiç de insan sarrafı değilmişsiniz. Naaaaaazzzlıııı. Tekrar dönüyoruz gözlem odasına. Kürdün şekeri düşmüş. Beni içeri koyarlarken memura, “Allahtan qorxın, law benim şekirlerim duştî, ölecağam…” Polis, “Bitti mi?”, “He valla ela razi olsın bitti” an dakika sonra kürdün kan şekeri bir kek ile yerine geliyor.
Bekleyiş sürüyor, 9 gibi karakolun konuyla ilgili memuru geliyor. Beni alıyor yukarı. Süslemeye devam. Genç kadın polis şarkı söyleyerek içeri giriyor. Beni görünce saat duruyor. Tabi ki de aşktan değil. Kırmızı listeyim ben. Ondan. Sonra yeni ekip, parmak izine götürecek. Gidiyoruz orada süslemeye devam. Parmak izim zaten var ama ismim başka. Mahkeme kararı diyorum isim değişikliği diyorum. Yer mi türk polisi. Sahtecilik lan bunun adı düpe düz. “E kimlik numarasından bakın..” hıııımmm mantıklı. Açım, kir pas içindeyim, durmadan aşağılanıyorum, keyfime diyecek yok. Sonra Tuzla’dan Çağlayan adliyesine. Arkadaş hala bilmiyorum ama dosyam nedir, isnat edilen suç nedir. Ama yeni bir dosya olduğu kesin.
Bekliyoruz 35. Ağır Ceza’nın önünde. Birkaç gazeteci var, hareketli bir salon. Belli manzaralı bir duruşma var. Avukat arkadaşım kapıyı aralayıp geliyor. İçeride Eşber Yağmurdereli, birkaç başka tanıdık ağır avukat. İçeri biz giriyoruz onlar boşaltırken. Hakim gülüyor. Genç sayılacak biri. Gelen bir avukatla şakalaşıyor. Adalet son derece güler yüzü. Avukat kadın bizi önceleyip aldıkları için kendi duruşmasının öğleden sonraya kaldığını, o zaman da başka duruşması olduğunu söylüyor. Hakim gülerek, nasıl isterseniz öyle yapalım ama gelin. Kadın, “tahliye kararı verirsen gelirim”. Tanrım burası cennet adil bir yer.
Duruşma sırası bende. Okunuyor, facebook paylşımlarım. Görmek isityorum. Bir yıl önce poliste, çağrılıp ifade verdiğimi hatırlıyorum. Aynı dosya, davalık olmuş. Ne mi var? Fotograflar. Ailemin, kızımın, tanıdıkların. Anlıyorum ki onlar da sırasıyla gri liste ve daha soft listelerde yer alıyor. En önemsizi ise asıl suçlama. Kerkük-Havice Cephesi. 2014 yılında Kemal Kerkukî ile ropörtaj yapmak üzere gittiğim cephede çekilmiş fotoğflar. Dosyada hepsi terör örgütü mensubu olarak geçiyor. Kürdistan bayrağı bölücü örgüt bayrağı diye. Başkalarının paylaşıp etiketlediği fotoğraf ve yazılar benim hesaba eklemiş. Ortam süper. Hakim hemen karar vermek istiyor, iddia makamı mütalaa hazırlamış bile. Adalet süper hızlı. Tesla gibi meret. Avukat arkadaşım dosyaya hakim olmadığımızı, tebligatın ulaşmadığını tekrarlayıp süre istiyor. Zaten hakimin de önerdiği bu. Velhasıl tek tek fotoğrafları anlatıyorum. Arama kararı kaldırılarak davanın …ertelenmesine.
En çok polisler üzülüyor. Hayır tutuklanmadığım için değil, adamlar onca kırmızı listelik muamele yaptı. Tabi üzerimde F serisi 1 dolar hala, diğer birliklerden ayrılarak, naylon bir dosya içinde ayrı bir suç delili olarak elinde duruyor. 1 dolarımı geri alıp, polisin mahçup vedasıyla, yani saatin beşinci günün 15.00 gibi evime dönüyorum. Sonrası mı, tabi ki sigara halıya düşer ev yanar.
Demem o ki, beş günlüğüne de olsa Türkiye’ye tatile de gelin. Hem 1 Dolara bir gün yaşarsınız. Yalnız dikkat, F serisi olmasın. Neme lazım.
(Yazılar, yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Rûdaw Medya Grubu'nun kurumsal bakış açısıyla örtüşebilir ya da örtüşmeyebilir.)
Yorumlar
Misafir olarak yorum yazın ya da daha etkili bir deneyim için oturum açın
Yorum yazın