Üçüncü Rojava savaşı
Son üç yıl içerisinde Türkiye üç defa Rojava’ya saldırdı ve sebebi ise kendilerinin de gizlemediği gibi Kürtlerin siyasi bir statü sahibi olmalarını engellemek içindi. İlk olarak IŞİD savaşı bahanesiyle Efrin ile Kobani arasındaki bağlatıyı koparmak için 7 ay 5 gün savaşarak El Bab’a ulaştı.
İkinci defa 2018 yılında dünya ve bölgedeki siyasi durumdan yararlanarak Efrin’e saldırarak 2 ay 4 gün içerisinde kontrol etti. Bu defa ise “güvenli bölge oluşturup Suriyeli mültecilerin dönüşünü sağlamak ve terör” bahanesiyle 9 Ekim’de yeni bir saldırıya başladı.
Türkiye’nin bu askeri harekatının ne kadar süreceği ve sonuçlarının ne olacağı henüz belli değil ama Suriye’nin geleceği netleşmeden Ankara bunu kendisi için son bir fırsat olarak görüyor ve Kürtler de bunu kendileri açısından ölüm kalım meselesi olarak görüyor.
Savaşla amaçlananların ayrıntıları
Türkiye, genişliği 120 ila 140 kilometre, uzunluğu ise 30-32 kilometre olan bir coğrafyayı kontrol etmek istiyor ki bu da Sere Kaniye ile Gire Spi arasındaki bölgeyi kapsıyor, kendilerine Suriye Milli Ordusu adı veren grubu buraya yerleştirmek ve M4 karayoluna ulaşarak Kamışlo ile Kobani arasındaki yolu kesmeyi planlıyor.
Türkiye bunu başarabilirse Kamışlo-Kobani arasındaki alternative bağlantı yolu Rakka’ya inmiş olur. Her ne kadar şu an Rakka ve Deyrezor’un kontrolü Demokratik Suriye Güçleri’nin elinde olsa da bu bölgelerin geleceği hakkındaki belirsizlik, pratikte Kobani ile Kamışlo’nun birbirinden ayırtılması anlamına geliyor.
Türkiye ve desteklediği gruplar bu yolu kontrol etmeyi başarırlarsa Haseki ve Rakka ovalarına rahatlıkla ulaşabilecekler ki Arapların yoğunlukta yaşadığı bu bölgelerin durumu uzun vadede alternatif Kamışlo-Kobani yolunun bu mecrada kavuşmasını da ortadan kaldırma ihtimalini barındırıyor.
Bir başka açıdan nüfusu tamamıyla Kürt olan Kobani ile kısmen heterojen olan Kamışlo ve Cizre’de olası bir yönetim yapılanmasında Kürt renginin daha da soluklaşmasına neden olabilir.
Türkiye hava ve kara gücünü kullanarak ve Arap nüfusundan faydalanarak bu bölgeyi kontrol etmeyi planlıyor. Görünen o ki DSG’nin buna karşılık direniş için bir hazırlığı var. Sadece ilk altı gün içerisinde yaşanan çatışmalardan da bunu görmek mümkün. Sere Kaniye ile Gire Spi arasındaki bölgelerin düşmesi DSG açısından ölüm-kalım ya da daha dar bir coğrafyaya mahmuk olmak anlamını taşıyor.
Türkiye’nin bu bölgeleri kontrol etmesi Kobani ile Cizre arasındaki bağlantının kopması ve aynı zamanda Kobani’nin doğrudan askeri ve siyasi bir baskı altına girmesi anlamına geliyor. Çünkü doğrudan üç taraftan (kuzeyden Türkiye, batıdan Fırat Kalkanı bölgesi ve doğudan şu an savaş olan bölge) kuşatma altında kalıyor ki bu da sadece Rakka üzerinden nefes alması demek oluyor. Bu durumda Rakka Türkiye destekçileri tarafından kontrol edilirse mecburen Şam’ın isteklerine boyun eğmek durumunda kalacak.
Bir başka açıdan Türkiye’nin bu bölgelerde kontrolü ele geçirmesi DSG içerisinde Kürtlerle ittifak kuran bazı Arap grupları da etkileyebilir. Bu durumda bazıları ya Türkiye ya da Suriye hükümeti saflarına geçebilir. Bu da kısaca Rojava yönetiminin Haseki/Cizre ile sınırlı kalmasına yol açar ki buralar Kürdistan Bölgesi ile sınırdaştır. Tüm bu sebeplerden ötürü Rojava yönetimi bu defaki savaşı ölüm-kalım savaşı olarak görüyor ve bu yüzden tüm gücü ile direnmeye çalışıyor.
Uluslararası güçlerin tavrı
ABD dışında Rusya ve İran da Türkiye’nin Rojava’ya yönelik planlarını desteklemiyor ve dinlemek istemiyor. Daha önce birkaç kez Rusya ve İran, Türkiye’nin güvenlik endişelerini gidermesi için Suriye hükümeti ile olan Ankara Anlaşması’nı hayata geçirmekten bahsetti. Bu anlaşma 1998’de Abdullah Öcalan’ın Suriye’den çıkarılmasına yol hazırlamıştı. Bu da demek oluyor ki Rusya ve İran, Suriye ile müzakere şartıyla Türkiye’nin taleplerini kabul etmeye meyillidirler.
Avrupa ise Türkiye’nin mültecilere kapıları açmasından duyduğu korku nedeniyle, operasyona karşı olsa da ciddi bir karşı durma eğiliminde değil. Arap Briliği Türkiye’nin askeri hareketini kınadı ama Suriye sahasında onlar da baş aktör değiller ve bu tavır belki bölgedeki bazı Arap halkların tepkisiyle sınırlı bir etkiye yol açar.
Uluslararası toplumun operasyona karşı temel endişesi IŞİD’in yeniden canlanması ve yeni bir göç dalgası konularını kapsıyor. Rojava’nın siyasi status pek de bahsedilen bir konu değil. Elbette uluslararası kamuoyu Kürtlere ve Rojava yönetimine karşı haksızlık ve vefasızlık yapıldığını savunuyor. Demokratik ülkelerde bu kamuoyunun söylemi ülkelerin siyasetini etkilese de bu konuda devletlerin, özellikle de ABD’nin politikasının değişip değişmeyeceği henüz belli değil. Fakat büyük bir ihtimalle savaş sahasındaki değişimler ülkelerin tavrını belirleyecek daha etkili bir factor olacaktır.
Sonuç
Gerekçesi ne olursa olsun, Türkiye’nin Rojava’daki Kürtlere karşı bir politika izlediği yaygın bir kanaattir. Ayrıca, Kürdistan Bölgesi’nde gerçekleştirilen bağımsızlık referandumunun ardından yaşananlar bize bu yaklaşımın sadece Suriye ile sınırlı kalmayacağını da söylüyor olabilir. DSG’nin Cizre’de sıkıştırılması, ileride (PKK’nin Şengal ve Cizre’deki varlığı gerekçe gösterilerek) Kürdistan Bölgesi sınırlarının huzursuz hale getirilmesi ve Irak’da Kürtlerin siyasi statüsünün sınırlandırılması için bir gerekçe haline getirilebilir.
Dolayısıyla Rojava’nın ayakta kalması ve Suriye Anayasası’nda Kürtlerin haklarının garanti altına alınması Kürdistan Bölgesi’nin strarejik çıkarları arasındadır. Bu savaş bölgede demografik yapının hızla değiştirilmesine yol açabilir. Bununla birlikte, büyük bir göç, IŞİD’in güçlenmesi ve uzun bir süreye yayılan bir huzursuzluk potansiyeli taşıyor ki bu Kürdistan Bölgesi açısından da iyi bir sonuç doğurmaz.
Bu yüzden savaşı durdurmak genelde Kürtlerin ve özelde de Kürdistan Bölgesi’nin çıkarınadır. Burada devletlerin arabuluculuk ve Rojava’da Kürtlerin tek bir ses olması için gösterecekleri çaba çok önemli olabileceği gibi Kürdistan Bölgesi de bu konuda önemli bir rol oynayabilir.