İki darbe arasında

27 Mayıs 1960 darbesinde köyde ve beş-altı yaşında idim. Annem beni bahçeden gelen Henê Teyzeye yönlendirdi, "müjdeyi ver, partisi iktidarı almış". Koşarak "müjdeyi" verdim. Mükafatım o zamanki delik metal paraydı. Okuma yazması kıt köyde, teyzeoğlu mürekkep yalamıştı, CHP'li olmalıydı.

 

12 Mart 1971 darbesi beni Batman'da yakaladı. Bir ayağımız üniversitedeydi ama halen siyasetin yeniyetmeleriydik.

 

Çevrede sol düşünceli öğretmenler çoğalmıştı. Müftülük (MİT), sağcı gençleri saldırtıyordu. Saldırganlar, Hizbullah'ın, şimdi Türk bayraklarıyla Batman ve Diyarbakır'da “demokrasi” gösterisi yapanların öncüleriydi. Unutmuyorum, bir arkadaşımın babası korkudan tüm dini kitaplarını yakmıştı.

 

Dev-Genç'ten (Devrimci Gençlik), "dev gibi iri gençler"i anlıyorduk. "Komünist" kelimesi tamamen yeniydi. Her anlama çekiliyordu. İçeri alınanlar, dazlak traşıyla bırakılıyordu. Birinin kafatası elips gibiydi. Komünistlerin kafası öyledir sanıyorduk.

 

Yılmaz Güney'in filmleri tesellimizdi. İçgüdüsel, "tepkici" idik. Deniz Gezmiş ve iki arkadaşları idam edildiğinde, öfkemizi halkın araçlarından çıkarmıştık. Eylemimiz cahilliğimizin ürünüydü.

 

12 Eylül 1980 darbesinde artık siyasette "abi" sayılırdık. Kendimi zorbela Batı Kürdistan ve Lübnan'a atmıştım.

 

Okuldan ve siyasetten çok sayıda arkadaşım, askeri cuntanın kurbanı oldular. Mazlum Doğan ve Hayri Durmuş da bunların arasındaydı. Zindan kuşağıydı. Zulme tepki, Ağustos 1984 eylemiydi.

 

Darbelerle geçen bir ömür... Doğuştan yeminli darbe karşıtlarıydık.

 

Bu defa da mı?

 

Bu defa bir darbeyle değil, iki tanesiyle yüzyüzeyiz. Bir tarafta muhafazakar otokrat yönetimi devirmek isteyen gelenekçi Kemalist subaylar, diğer tarafta sivil ve hukuki özelliğini hızla yitiren ve darbeci yöntemlerle saldırıda olan iktidar.

 

İki tarafın savaşı, demokrasi için değildir. Onlar demokrasi katilleridir. İkisinden biri tercih edilemez. Ancak onlara karşı demokrasi savaşı verilebilir.

 

Parlamento, HDP ve Kürt belediyelerinin varlığı, sözlerimi yalanlamaya yetmiyor. Kürtlere karşı iki savaş partisinin konumu birdir. Ortaklaşa Kürtleri öldürüyorlar.

 

Ya caddelere dökülenler? Cümlesi iktidar yağcıları ve uşakları. Askeri darbeciler üste çıksaydı, şimdi aynı kişiler iktidar yöneticilerine saldırıyor olacaklardı.

 

Türkiye şehirlerinde bayraklarla Kürtleri linç edenler, bu çapulcular değil miydi?

 

Neden başarılı olamadılar?

 

Hepimiz çok iyi biliyoruz ki AKP iktidarı eşittir Erdoğan. Askeri darbeciler, onu "haklamayı" beceremediler. Gerisi artık detaydır.

 

Yoksa Washington’dan, Berlin’e, Paris’e, Brüksel'e, Moskova’dan, Tahran’a, Bağdat’a, Şam’a ve Diyarbakır'a kadar tümü ve çok büyük Kürt - Türk halk kesimi, Erdoğan'ın gitmesi için can atıyordu. Kimin eliyle ve nasıl gittiği hiç önemli değildi.

 

Kendim için söyleleyim: Ben bir Kürt ve insan olarak, Cizre ve diğer Kürt şehirlerinin başına o felaketi getirenlerin, yüzlerce defa daha ağır felaketi hak ettiklerine inanıyorum. İki darbeci partinin birbirini mahvetmesi umurumda değil.

 

Erdoğan'ı kim durdurabilir ki?

 

Çoğu kişi için ordu halen bir umuttu. Ama o umut kalıcı bir şekilde söndü. Generaller artık bakanların emirerleri. Cuma günleri sakalları ve tesbihleriyle protokol sırasında namaza duran generaller, geleceğin resmi.

 

"Bu bizim derdimiz değil. Devlet için önemli olan Türk egemenliğinin devamıdır, ha laik ha dini motifli otokratlar olmuş", diyeceksiniz.

 

Peki herşey bitti mi? Polis, istihbarat, ordu, modern silahlar, sermaye, basın... Erdoğan bu kadar güce ne yapacak? Yeni çılgınlıklara yol açmasın? Altında kalmasın?

 

Türkiye'nin ırksal, toplumsal ve inanç grupları ilişkileri, şimdiden büyük değişikliklere gebe.

 

Türkiye demografisi, otokratik sistemi, tek renkli toplumu kaldırabilir mi?

 

Sekulerler, Aleviler ve gittikçe diğerleri, kendi gruplarını koruma telaşına düşmeyecekler midir?

 

Rusya, Suriye ve diğer sorunlar duruyor. Rusya ile yakınlaşma, NATO'nun hesabına gelir mi?

 

Varşova'daki son NATO toplantının gündemi demokrasi ve sekulerizm gibi Batı uygarlığı değerleriydi. Türkiye'nin bugünkü resmi, o gündeme ne kadar uyuyor?

 

Şu üç sonuç net:

 

İkiyüz yıllık iktidar kavgasında muhafazakar kesim, Kemalist kesimi yenilgiye uğratmıştır.

 

Bundan böyle ortak kimlikten uzaklaşma hızlanacaktır.

 

Erdoğan'ın durumu güç sarhoşluğu kadar, güce esir olmayı da ifade ediyor. Alacağı yönü tahmin etmek zor.

 

Payımıza düşen

 

1960 darbesi üç olayı hatırlatıyor:

 

Musa Anter ve Yaşar Kaya'nın da dahil olduğu DP iktidarının tutukladığı 49 Kürt aydını (1959), darbecilere "miras" kalıyor ve 1965'e kadar tutuluyorlardı.

 

31.05.1960, aşiret reisi, din adamı ve milliyetçi Kürt seçkinlerinden 485 kişi Sıvas Kabakyazı'daki bir kampta çok sert koşullarda 1963'e kadar tutuluyorlardı.

 

Darbeci Milli Birlik Komitesi (MBK), Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) içinde "Doğu Grubu" ismiyle bir birim kuruyor. Bu birimin 1961'de hazırladığı plan, yürürlüğe giriyor. Plan, asimilasyon, göç, Irak Kürtlerinden uzaklaştırma, misyoner oluşturma, Kürt müziği ve edebiyatının Türkleştirilmesi, Kürtlerin dağ Türkü olarak lanse edilmesi gibi ırkçı uygulamalardan oluşuyordu.

 

1971 darbesi, geleceğin Kürt öncülerine yöneldi, Kürt toplumuna korku saldı. DDKO davası o yönelimin adıdır.

 

1980 darbesinin en büyük nedeni Kürt hareketiydi. Türküleri, romanları ve acı olaylarıyla, o süreç bilincimizde canlıdır.

 

Şu nettir: Kürt davası darbelerin nedeni değilse bile, hep hedefi olmuştur.

 

Madem ki gerçek bu ve hepimiz zarar görüyoruz, neden kenetlenmiyoruz? Devletin bizi mecbur kıldığı kimlik felakete yol açmıyor mu? Kürt hareketi yenilik doğuracak köklü değerlendirmeye gitmek zorunda değil midir?

 

Bazılarımız, generallerin engelini aşan Erdoğan'ın Kürt sorununu çözüme yanaşabileceğini ileri sürebilirler. Ama hangi yöntemlerle? Barışla mı? Cizre'de yaptığı yöntemle mi? Geleceğimizi bu zayıf ihtimale bağlamak zavallılık değil midir?