Kürtler neden birbirini öldürür?

Geçenlerde bir sohbet esnasında, saçının her telini Kürdistan’da siyaset ve tarih içerisinde ağartan bir hoca, Kürtler hakkında kendince ilginç bir tespitte bulundu.

Özetle, “Ortadoğu’da ideolojik amaçlar uğruna birbirini en çok öldüren halk önce Araplar, sonra da Kürtlerdir” dedi ve ekledi:

“Ben hiç bir Türk’ün, Fars’ın, Ermeni, Süryani ya da Yahudi’nin kendi ideolojisi, inancı, mezhebi veya partisi adına kendi soydaşlarına karşı örgütlü bir şiddet eylemi içerisinde olduğuna şahid olmadım, duymadım, okumadım. Ama asırlardır Araplar din ve mezhep adına birbirini katlediyor, Kürtler de bir hiç uğruna birbirlerine karşı aynı cürümü işliyor.”

Hoca, örneğini “ibret” için söyledi ve yine tarihsel olaylar onu bir yönüyle haklı çıkarıyor.

Fakat konu insanın uygarlık tarihi boyunca yarattığı tüm evrensel kavramlar içinde bugün bile aşmayı başaramadığı ve formüle ederken kolayca saptığı “şiddet” olgusu olunca, durumu salt toplumlar, halklar üzerinden izah edip mukayese yapmak faydasız olur.  Şiddetin Kürt’ü, Türk’ü, Arab’ı Fars’ı şeklinde ayrıştırılmak hakikat olmaz. 

Yoksa yeryüzünde kendi türüne karşı bireysel veya toplu, planlı ve örgütlü şiddet uygulayan tek canlının insan olduğu gerçeğini gözardı etmiş, tarih boyunca insan ürünü olan savaşlar, katliamlar ve bütün bu felaketlerin yol açtığı sonuçları da kader gibi görülüp olağanlaştırmış oluruz.   

Doğadaki tüm canlı türlerinin hayatta kalmak için kullandığı savunma ve saldırı içgüdüsel şiddet olarak kabul ediliyor. Fakat aynı şeyi insan için “fıtratında var” deyip kanıksamak, insanın şiddeti bilinçli bir şekilde güç olmak, sindirmek, tahakküm ve yok etmek için kullandığı gerçeğini yadsımak olur.

Sanırım tarihsel akış içerisinde caydırıcı güç olarak şiddet aygıtları ve ona vücut veren mekanizmanın saltanat sahipleri (buna ister devlet veya iktidar diyelim) tarafından nasıl organize edilip, hangi amaçlarla kullanıldığını anlatmaya lüzum yoktur.

Uygarlık tarihi bu mekanizmayı elinde bulunduran odakların kendi menfaatleri uğruna “fetih ve zafer” adına ellerinin değdiği coğrafyaları nasıl mezbahaya çevirdiğine, insana kan kusturup diğer halklar için tarihin akışını nasıl değiştirdiğine dair örneklerle doludur.

Tarihin şiddet sarmalı bağlamında Kürtlere bıraktığı miras yaşadıkları coğrafya üzerinde işgal, sömürü, katliam ve her türlü egemen terörü olsa da Kürtlerin olan biteni izzah etmek için kullandıkları diyalekt son derece anlaşılmaz olmuştur. Haklı olduğu halde haksız konuma düşmek Kürtler için adeta “kader” gibi görülmüştür. Son yüzyılda bile Ortadoğu’da şiddetten ençok canı yanan halklardan biri Kürtlerdir. Buna karşı gösterdikleri refleks ise çoğu yerde acı ve talihsiz sonuçlarla doludur.  

Şiddet ve özgürlük ikilemi ile imtihan bıçak sırtında yürümekle aynıdır. Şiddetin kendisi eşitsiz ve her halükarda tahakküm üreten bir ilişki olduğu için özgürlük kavramı ile birlikte ele alınması neredeyse imkansızdır. Kendini savunmanın tam karşıtı karşı şiddettir şeklindeki algı ancak onu her haliyle meşrulaştırır. 

Gelelim Hocanın sohbette bahsettiği asıl mevzuya.

O “Kürtler birbirlerini öldürüyor” derken Diyarbakır’ın Kulp ilçesinde 12 Eylül günü 7 kişinin ölümü ve 10 kişinin yaralanması ile sonuçlanan bombalı saldırıyı kastediyordu.

Ölenlerin hepsinin sivil insanlar olması dikkat çekiciydi. Bu, Suruç ve Diyarbakır’da IŞİD’in üstlendiği bombalı saldırılar ve hendek olaylarında yaşanan sivil kayıpların ardından son dönemlerde Kürdistan’da en çok cana mal olan kanlı saldırı oldu.

Hoca şunu sordu:

“Ölen kim? Kürt. Öldüren kim? Kürt. Peki bunun bir cürüm olmadığını hangi gerekçe ile izzah edebiliriz?”

Çok geçmeden PKK bu eylemi üstlenerek “meşru savunma” adıyla yaptığını, ölenlerin sıradan siviller değil, bölgeye başka amaçlar için devlet tarafından gönderilmiş “ajan-kontra ve katil sürüsü”olduğunu savundu. Üstelik kurbanların çoğu akraba ve aralarında 15 ve 17 yaşlarında iki genç çocuk da bulunuyordu.  

15 yaşındaki Ömer Yıldız ile 17 yaşındaki Mehmet Bozyel’in “ajan ve kontra” olduklarını ballandırarak anlatmak ve “ölümü hakettiklerini” savunmak size hiç mantıklı geliyor mu? Çünkü bana gelmiyor. Sormazlar mı; şiddeti bu şekilde kutsamak ve cana kıymak hangi amaçlara hizmet eder ve ne tür gerçekleri örtbas eder?

Böyle bir eylem ne meşru savunma ile ne de bir halkın özgürlük talebi ile izzah edilebilir.  Bir defa adına hak ve özgürlük iddai ettiğin bir toplumun neferlerini bu şekilde toprağa göndermen çok yaman bir çelişkidir.

Hatırlanırsa eğer; Abdullah Öcalan tutuklandıktan sonra savunmalarında önemli bir özeleştiriyi de şiddet kavramı ve pratiği üzerine yaptı.

Öcalan, çözüm yolunun sanıldığı gibi “kutsal şiddetten” geçmediğini, çok zorunlu ve gerekli “meşru savunma” dışındaki tüm zorların en lanetlenmesi gereken insan pratikleri olduğunu derinden fark ettiğini söyledi, “hayati zorunlu savunmalar dışında her savaş bir cinayettir” dedi.

Peki örgüt açısından hakikat öyleyse, Kulp’ta hayatını kaybeden insanlar “hayati zorunlu savunma” çerçevesinde mi öldürüldü?

Belli ki bu saldırıyı üstlenenler şiddet ve özsavunma anlayışlarını Öcalan’dan değil, şiddet üzerine düşüncelerinin felsefik temelini Hegel’in “efendi-köle” diyalektiğinden alan ve bunu “Yeryüzünün Lanetlileri”de formüle eden Frantz Fanon’dan almıştır.

 

(Yazılar, yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Rûdaw Medya Grubu'nun kurumsal bakış açısıyla örtüşebilir ya da örtüşmeyebilir.)