İbrahim’in Karıncaları
Kürt efsaneleri On İki Pir-i Mugan (Dozdeh Pîrê Mûxan) derler. Batı’ya yayılan söylencelerde ve Hristiyanlık tevatüründen üretilen sanatta ise Üç Kral olarak tasvir edilirler. Matta’nın giriş bölümünde yer alan hikâyede herhangi bir isim ve sayı verilmemesine rağmen zengin bir literatür oluşmuştur Maguşlar hakkında. Kitab-ı Mukaddes’in ve Yeni Ahit’in çeşitli tercümelerinde onlardan müneccimler, yıldızbiliciler ya da kâhinler diye söz edilir.
Onlar, bir gün Kürdistan’dan Yeruşalim’e, yeni doğmuş bir peygamberi ateşle kutsamaya ve karşılamaya gelirler. Onlara rehberlik eden ışık (kimilerine göre Halley Kuyrukluyıldızı), onları Bakire Meryem’in evine, bebek İsa’ya götürür. Beraberlerinde getirdikleri Altın (peygamberliğin sırları), Günnük (ölümsüzlük efsunu) ve Mür (bilginin acıya müsebbibliği) gibi hediyeleri İsa’ya bırakırlar. Kral Hirodes’in onlara kötülük yapacağını düşlerinde görüp başka bir yoldan Kürdistan’a dönerler. Muganlar yani Mecusi imamlar, kutsal ateşin koruyucuları ve Hazreti Zerdüşt’ün mesaj taşıyıcıları olarak, Kürt Midyan Krallığı’nın rahip sınıfıdırlar.
Ateş, bizim sembolizmimizde saf bilgiyi, hakikati ve Allah’ı karşılar. Güneşle birlikte mevcudatın yaratıcısının zahiri / fiziki temsilidirler. Düşünce ve felsefedeki karşılığı aydınlanmadır ve gerçekte de bir aydınlanma-aydınlatma aracıdır. Çünkü ateş, tıpkı bilmek gibi kendi hakikatinde apaçık olan ve hakikatiyle başka’yı da apaçık kılan bir şeydir. Bir yönden bir olan şey, ancak o yönden bölünmeyendir ama bütün yönlerden bir olan şey, hiçbir yönden bölünmeyendir. Ateş tam da çoğaltılabilen ve ama her seferinde tek ve aynı ve azalamayan bir şey olarak muvahhit (tek tanrıcılık) dini ve rabbin teklik, yegânelik ve tüm varlıklardaki tezahürünü temsil eder.
Zerdüştiliğin bilinen dört peygamberi olan Zerdo, Xoşeng, Mehabad ve İbrahim de ateş ile ilgili hikâyeleriyle bilinirler. İbrahim, ateşte sınanır ve tek tanrıcılık fikrini Kürdistan’ın dışına çıkararak Mısır’a götürür. Nitekim Musa, Tur Dağı’nda Rab ile buluşmasında onu temsilen “ateş” ile karşılaşır. Yahya, suyla yıkadığı insanlara İsa’yı müjdeler ve şöyle der: O sizi Kutsal Ruh'la ve ateşle vaftiz edecek. İsa’nın bahsettiği ışık bir aura olarak başında görülür. Bu sözcük Zerdüşt’ün rabbi ve bilginin efendisi, büyük ateş anlamına gelen Ahura Mazda’dan (tıpkı Kürtçe ateş anlamındaki “ar” gibi) gelir. Budha, “aydınlanmış kişi” demektir. Cenaze törenlerinde ölüler, ateşle ebedî ışığın (rabbin) en yüksek cennetine giden yolda seyahat etsinler diye yakılırlar.
Muhammed Peygamber’in doğumu ile birlikte denir ki Mecusilerin 3000 yıllık ateşi sönmüştür zira o iki cihanın güneşidir ve ateş, bu sefer yakıcılığı ile hakikatin üstünü örtenlerin cezası olacaktır. İslam’da güneş, ateş ve ışığın yerini nur alır: “Allâh, göklerin ve yerin nurudur. O'nun nuru, içinde lamba bulunan bir kandile benzer … ateş değmese de yağı ışık verir. Işığı parıl, parıldır … Allâh her şeyi bilir” (Nur Suresi 35). Burada da nur, mutlak bilme ile ifade edilir.
Ateşe ve bilmeye dayanan Platon’un idealar kuramı, Sühreverdi’de unsurî alem’e dönüşür. Onun Nur’u ve sabah aydınlığı anlamındaki İşrak’ı tam da bu hakikati (ve dolayısı ile rabbi) bilme, aydınlanma ve ışık meselesi üzerine kurgulanmıştır. Dinsizlikle suçlanarak ölüme götürüldüğünde de masumiyetini ispat karşılığında istenen şey ateşle sınanmaktır. Nitekim ateşin üzerinde yürütülmüş ve öldürüldükten sonra yakılmıştır. Aynı şey Ökültist Giordano Bruno’nun da başına getirilir. Hikmetül İşrak’taki son sözlerinde Allah için “Işıklar Işığı” diyen Sühreverdi’nin ışık meşalesini yine bir Kürt olan Saidê Kurdî (Nursi) devralır. Risale-i Nur’daki rab-nur-ışık sembolizmi ve riyazet ahlakı, bizi bu köklü geleneği bilmeye mecbur eder ve Saidê Kurdî’ye neden Pir-i Mugan denildiğini anlaşılır kılar. Yine Hulhûliye mezhebine mensup bir Zerdüşt dervişi olan Mevlana Celaleddin’in Şems (güneş) ideası, ateşte yanan kelebekler ve yanmayan semender metaforu bu “ateş” ile ilgilidir.
Dehak’a karşı Ferîdûn’un safında yer alan Demirci Kawa (Gave) ve dağlara kaçan gençlerin oluşturduğu kavim olan Kürtlerin yaktığı kutsal Newroz ateşi, yalnızca bir kurtuluşu değil, ruhsal ve sosyal bir aydınlanmayı da gösterir. 21 Mart 1982’de Diyarbakır Cezaevi’nde kendini yakan Mazlum Doğan’ın ateşi, bütün bu aydınlanma / aydınlatma literasından bağımsız değildir ve kutsaldır. Keza siyah bayraklarıyla Kürdistan’ın üstüne bir karanlık gibi çullanan IŞİD vahşilerinin Pêşmergeleri yakıyor olması, Kürdistan’ın aydınlığına karşı Nemrut ve Nemrutlaşan insanların sıradan refleksidir ve lanetlenmiştir. Bilmezler ki “ateş”, Kürdistan üzerine “serin ve selametli ol”muştur ve ancak bizi aydınlığa ulaştırmak için var kılınmıştır.
Hatırlayalım:
Tam da bir Newroz günü, Nemrut, İbrahim’i yakmak için alevi bulutlara kadar yükselen bir ateş yakmış. İbrahim’i mancınıkla ateşin tam orta yerine atacakmış. Bu esnada bir karınca, ağzına doldurduğu bir damla suyla ateşe doğru telaşla koşuyormuş. Görenler, “nereye gidiyorsun” diye sormuşlar. Hiç düşünmeden “ateşi söndürmeye” demiş karınca. Gülerek tekrar sormuşlar karıncaya: “Ağzındaki bir damla suyun ateşi söndüreceğini mi sanıyorsun?” Karınca hiç durmadan ateşin içine atlamış ve oradan bağırmış: “Belki söndüremem ama hiç olmazsa hangi taraftan olduğum belli olsun”.
Şimdi siz;
Ey İbrahim’in karıncaları!
Kürdistan’ın ateşle sınandığı bugünlerde ülkemizi kurtarmak için bir damla suyla koşmaya hazır mısınız?