Düzensiz deprem günlükleri - I

Deprem mesaimizin 19. günüde, Çelikhan'a (Çêlikan) bağlı köylerden Beyazsu, Recep ve Ahmet Kaya'nın doğduğu köy olan Bistikan'daydık. Şahit olduklarımız, görüp, duyup dokunduklarımızı aktarmaya, aktarmaya her sözcüğün yetersiz kalacağı belli.

İnsanlarımızı kaybetmedik sadece. Anlam bütünlüğümüzü, zaten hasarlı olan hafızamızı, rüyalarımızın coğrafyasını, kayıtlarımızdaki topografik debiyi, sözcükleri ve haritamızdaki rotayı kaybettik.

Hiçbirimiz sadece gözlemci olarak eşlik etmiyoruz ne yazık ki. Kolektif kayıp duygusundan, kolektif yas aşamasına geçiyoruz artık ve açıkçası ne yazık ki insanları teselli eden tek şey de, bu kolektif hal. İnsanlar birbirleriyle konuşurlarken rakamlarla konuşuyor durmadan. Sizin kaç kişi, bizim şu kadar, komşunun ki daha da kötü tam 17 kişi.

Sahip olduğumuz “gerçeklik” duygusunu yitirdik ve bütün anlamları yeniden başka bir yere kurmak zorunluluğu boynuzda kaldı. Şehirleri faylardan uzak yerlere yeniden inşa etmek tartışılıyor ya, aklı selim bir toplum-destek mühendisliğini tartışmak için ise pek zaman yok anlaşılan. Önümüzde seçim var, olacak mı olmayacak mı, kim kazanıp kim kaybedecek tartışması gırtlağımızı sıktığı bir aşamaya gelmişken, araya bir kara delik gibi giren bu facianın bir an önce üstünden atlamak, bir an önce enkazları kaldırıp, mümkünse ilk mitingi de deprem bölgesinde yapmak gibi aciliyetlerimiz var, acı olan yalnız, yıkık ve perişanız.

Her akşam, yarını; sadece ve gerçekten, hiç olmasa bir kez, temizce çıldırabileceğimiz şekilde geçirmek üzere planlıyoruz. Öyle az buz da değil, dağa taşa  vuracak kadar... bu yüzden sürekli il merkezinden ilçelere, köylere, dağlardaki mezralara kadar geniş bir manevraya yayıyoruz güzergahımızı. Bu köylerdeki hasarı ve kaybı, duyduğumuz diğer köy ve ilçelerinkine oranlayarak, geleceğimiz zamanı da ona göre belirliyoruz. Hava güneşli ve duvar kenarında ısınmanın tam da zamanı buralarda. Gel gör ki bir iki saate buz kesecek ve depremin yarattığı şey, geceyi inanılmaz derecede korku çaresizliğin timsali kıldı.

Ölmek mi zor, şahitlik etmek mi derseniz,  kalanların hepsinin vereceği cevap gibiyiz. Kısa ve tıknaz. Hüzün yüklü ama korkunç. Ne sevinç var kalmış olmaktan nede bunca yası yüklenecek kadar mecal. En kötüsü taşa bile ağır gelen yalnızlık ve sahipsizlik.

Doğduğumdan beri tanış olduğum şehir, coğrafya, vadi ve engebelerin hepsi bir başka zamana ait artık hiç alışık olmadığımız. İnsanların yüzleri gibi, bir başka asra yuvarlanmış gibi ürkek ve flu her şey. Tanıdığımız simaların yarısı yok. Bir flaş patlatısı arası, gözlerimiz kamaşmış da yeniden lense yansıyanı netlemeye çalışır gibi ama, netleştiğinde perdeye yansıyacak şeyin çok ama çok sızlatacağından eminiz kemiklerimizi. Depremin üçüncü günü telefonumun kırılması şansmış meğer iyi olanından. Hiç bir numara kalmadı. Rehber boş. Kalanlar için hiçbir numarası kalmadığı gibi buraların.

Sanırım Musa yazmıştı, "Hepimizin telefon rehberi küçük bir mezarlığa döndü" diye.

Hemşehrim Kahtalı Mıçê ile yaptığımız kısa söyleşinin sonunda Musa'nın sözünü kullandım. Arayan annem ya da kızım da olsa, ilkin, "telefonum kırıldı kayıtlı değil kimsin" diyorum. Musa'nın rehberindeki o küçük mezarlık hepimizin anılarında hafızasında birer kara delik.

Aziz Taştan ile Erzurum'da resim bölümü sınavına birlikte girdik. İkimiz de kazandık özel yetenek sınavını. İki sınav arası bir günlük boşlukta ankesörlü telefon kartlarının manyetik kuşağına eski kaset bandını usulüne uygun yapıştırıp her boş karta 100'er kontür yüklemeyi öğrendik. Uzaklardan sınava gelen adaylara satıp para bile kazandık.

Albüm yaptı Aziz ünlendi de, eşi ve çocuklarıyla birlikte... ikimiz de Erzurum'daki üniversiteyi kazanmıştık ama, hakkımız yenmiş, torpilli olanlara kaptırmıştık numaralarımızı.  Ortak arkadaşımız, şehirdaşımız Yaşar yazdı Avusturya'dan. Birilerini arayamaya korkuyoruz şehrimizden. Kim eksildi, kalanlar kimler, bu felaketin belki de yakıcı yerlerinden biri de bu. (Sanatçı Aziz Taştan, eşi Özgür, kızları Nujin ve Şirin ile Adıyaman Mimar Sinan Yeni Mahalle'sindeki evinde hayatını kaybetti.)

Dengin, akrabamdı saçı kaşı kızıl dalyan gibi çocuktu. Annesi Ayşe teyze köyümüzün nükte ustası, söz mahiri, müstesna bir gülme haliydi hepimizin yüzünde.

Muhammed Sincik'te küçük bir çağa, babası ve üç kardeşi... Baba annesinin ellerine sarılışına dayanacak bir yürek tanınmaz bir andı.  Ona baban evi yapmaya gitti diyorlar şimdilik, Balyan'da Halepli Fatma 4 çocuğunu birden toprağa verdi... onun hikayesi en ağırlarından desem ne çare, hikaye hikaye üzere yıkılıyor ne yana dönsen.

Mehmet Ali, Karadağ'da bir mağara bulmuş, oraya geçmiş. Aklını yitirdiğine Rabia ile birlikte şahitlik ettik, gözlerindeki devasa ne olduğu bilinmezliğe. Balkondan atlayarak kurtulmuş, nereye atladığını 3 kızı ve eşini enkaz altında bıraktığında anlamış. Anladığı yer de kayışın koptuğu yer...

Spiritüeller dünyanın yeni bir aşamaya geçtiğine inanıyor. İnsanlık başka bir anlam düzlemine geçiyor ve onlara göre coronası, depremleri, yangın ve sel felaketleri de bu sancılı geçişin nevrozları. Tanım koymak sıkıntı değil de tanımın ıstırabını yaşayan bu koca coğrafya, bu kadar çok insan nasıl yeniden gülmeyi öğrenecek?

Şehrimiz Adıyaman her birimiz için her seferinde yolumuzu yeniden kaybedeceğimiz yad u yawan bir yer, Miçê (Kahtalı Miçê) ona "Acı-yaman" dedi "Babo" tot û bilbil konmaz gayrı. Hançerin ucu derinlerden geldi ve hangimiz hangimize dokunsak sızısı oradan geçer.

Halamın kızı Ayşe bahçesine konan depremzede muhabbet kuşlarından birini sahiplenmiş, hazırda sepet de varmış evde. Askerden yem istemiş ama Urfa'ya gittiğimizde biz aldık. Üstelik isim de bulduk kuşa. Benim çocuklardan birinin ismini vermek istiyordu aslında ama tam karar verememişti. Yemi verirken "İsmini Çirok koyduk" dedim kendisine. (Çirok Kürtçe hikaye). Genel Yayın Yönetmenimiz Kak Ako Muhammed ilk günden kulağımızın zarını patlattı insan hikayelerine odaklanalım diye. Hasılı buradan kulağımda çirok çınlıyor. Sadece çınlamak mı? Çıngıraklı bir yılan dolanıyor toprak altında ne yana başını dönse ağusu dağlardan sızıyor.

Kendinizi bir tahıl denizindeymişsiniz gibi sayın ve her bir tahıl tanesi bir çirok bir acı ağıt. Kımıldadıkça etrafından üstünden dökülüyor. Olabildiğince hareket alanımızı tüm il haritasına yaymaya çalışıyoruz. Güya merkezdeki kabustan kaçmak için ne yana direksiyon düşürsek, gözlerde hep o aynı süzülüş. Hangi mesafeye gitsek göl aynı göl, çöle kalmış balık hep aynı çırpınamama hali.

Hızır orucuydu deprem sonrası biz "Xewre" deriz,  "kömbe"  dediğinizden "yapayım akşama arkadaşlarınla gelin" dedi Ayşe abla. Ablası Hatun'un ağır hasarlı evden eşyaları indirilirken. Hızır derler her seferinde başka donda görünürmüş el ve aleme. Gelmiş midir ki bu kez. Geldiyse bu nasıl geliş böyle viran viran üstüne. Deccal mı zuhretti yerin dibinden kim bile, Xizir gelse göz üstüne olur mu bunca yaş?

Zerban'ın suyu kurumuş. Neyse ki birkaç kurban kesilince yüzünü göstermeye başlamış yeniden. Çelikhan'da Malezyalılar bir Sahra hastanesi kurmuş, kalp ameliyatı bile yapıyorlar. Ben arkadaşım Şevket'in yalancısıyım, haberi yapan o. Bu gün de çıldıramadık belli, bir başka sabaha Hak kerim...

Arkadaşımız Ayhan ilk haftanın sonunda tablodan ağır hasar alınca Ankara üzeri hava değişimine yolladık. İstanbul nasıl diyemedik tabi gelince sırtında koca bir çanta ile. Dönüşte karavan işine girmeliyiz deyince, "Abi ofisi buralara mi taşısak?" diyor, çanta o yüzden mi büyük? Doğru ya o kadar boşaldı ki yerler, hangi sefere istesen, koltuklar bomboş. Kalalım öyleyse, gidenlerin yerine gül dikme vaktidir.

Adıyaman'a vardığımız ilk gece nasıl bir kabusa daldığımızı, enkaz kenarında ateş başında bekleyen Mercan abla fısıldıyor.

"Sizin de bir yakınınız var mı enkazda?"

"Oğlumu bekliyorum işte" diyor, "ne yapıyorlarsa 8 saat oldu" okuldan gelecek der gibi. Karşı komşusu Zeynep teyzeyi çok severmiş. Üstelik Kürtmüş de bizi görürse belki ağıdını bize yakar da ciğeri soğurmuş, söz alıp tembihledi de mutlaka gidelim yanına diye ama, biz bizi nerde bıraktık onu unuttuk af ola, hatırlarsam da adresi sözüm söz.

Nemrut'taki kafalara bir şey olmamış, Cendere yerinde, gidenler milyon yıllık kervandan. Yola düzülen kepçe ve iş makineleri kervanıyla karşılaşıyoruz. Sincik yolunda Barzani Yardım Vakfı'nın kepçe ve loderleri var, bekliyor. "Devlet yok!" da, Duhoklu şoföre mikrofonu gösteriyorum camdan. Mikrofonumuzun logosunu görünce yüzünü tahmin ederek. Ama ne bilsin Sincik Belediye Başkanı Kürt Mehmet, "Kürdistan'dan kepçeler geliyor" deyince, "yıkmaya gelmiyorlar ya, yine de kaymakamı bi aramalı!" diyor. “Yasal Kürt” olduğumuzu anlayınca, halis Semsur Kürtçesiyle dile geliyor reis kaymakam gele hoş gele. Kürdistan o geldikleri yer ama neme lazım 24 köyde Kürt kalmış yarısı enkazda. Spor salonu desen ana baba günü, hepsi beride kalanlar.

16'ıncı güne kadarki koşuşturmayı hatırlıyorum. Sonrası harita silikleşiyor, yaptığımız yıl, güzergah karışıyor. Yüzden fazla köy, neredeyse tüm ilçeler, İslahiye'den Malatya'ya Antep'ten Doğanşehir'e, Urfa'dan Pazarcık'a, bu kadarına hala çıldırmadıysak, işte şu fotoğraftaki Fatma Teyzenin alzheimeri sayesinde. Sırf onu görmeye “obaya” iniyoruz buldukça fırsatı.

"Devlet yok" diye sormuştu ya yukarıda şoför, yanlış anlaşılmasın, Kürdün yok yani. Yoksa var canım. O gün bölgenin bütün korucu ve kolluk gücü gelmiş işte. Ama Vali'yi yakarlarsa lime lime edecekti Adıyamanlılar. Ekmek ve su olmadan iki güne bu gözler şahit de peyzajda siyah torbalar ve diriler iç içe.  Şehir dersin, herkes bir anısını paylaşsın diye instagramdan akım başlamış. Gerçekten, çıldırmadık mı hala?

Habertürk'ten Kübra Par, kırılan fay hatları güzergahında doğalgaz çıkma olasılığını soruyor deprem uzmanına. Bu da mı gol değil...  Aksu Köyü'nden Show'a konuşmuşlar. Akşamına karakoldan aranmış köylüler. "Karnımız dolu ama biz konuşmaya korkuyoruz" diyor bir kadın. 11 cesetle üç gün karda bekledikten sonra. Depremden korkmadıkları kadar korkutan bu şey ne be?

Büyük devlet olmanın büyüklüğü, böyle bir felakette evet bunca büyüklükte de olsa her köşedeki vatandaşının acısını, zahmetini avuçlamaktan geçer. Gittiğimiz her yerde şahitlik ettiğimiz şey, yalnızlık, sahipsizlik, matem, belirsizlik, korku ve ıstırap. Yoktunuz isimli 'şaheserini' paylaşmıştı Güneştekin. Ne denir bilmem yas yerinde ama, yoktunuz be kardeşim.

Kül başıma diyordu Emekçi, gerçeğini de çekmişlerdi, ölen çok, yas tutacak ömür eksik. Kül, başıma.

Fatma teyze ile sigarada atışıp fotoğraf çekindiysek, yeniden gülmek fethedilecek ilk kale olduğundan. Yıkıldık, kırıldık ve üzgünüz. Yasımız bir, sancımız kardeş, mezarımız aynı. 

Şimdi o bir başka düzleme yuvarlandığımız yerden gözlerimizi açmanın zamanıdır. En sağlamımız, en yakınındakinin boynuna sarılıp hüngür hüngür birlikte ağlayacak, sarılacak sımsıkı ben buradayım diyecek. Zamanı şimdi değilse başka zaman hiç değil. Her birimiz birine borçluyuz şimdi. Her birimizin borcu bir yanımızdakinin tebessümüne emek vermek kolgermek.. Kaybettiklerimizin her birinin boşluğuna yaraşacak tek şey sevgi ve bu karanlık örgütlü kötülüğün istilasına dur demek. Bir birizimize “sesini duyan var” evet “sesini duyuyorum” demenin tam vaktidir. Her birimizi olduğumuz yerden çıkıp bir yıkık şehre gidip, birini bulup, “senin için geldim, sana sarılmaya geldim” demenin tam vakti.

Yasımız büyük, kaybımız tarifsiz. Evet sahipsiz ve enkaz halindeyiz. Ağlayıp ciğerlerimizi patlatacağız, mezarlıklarımızın devasalığı bizi milyon kez kahredecek, ama yürü diyor bize hayat denen şey, kahpelik bu kez topraktan geldi ne çare, basıp üstüne, yürümek zorundayız bu tünelden çıkana dek.

(Yazılar, yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Rûdaw Medya Grubu'nun kurumsal bakış açısıyla örtüşebilir ya da örtüşmeyebilir.)