Sembolik şiddet: En sessiz baskı biçimi

Bugün sembolik şiddet üzerine yazmak istedim. Çünkü bu şiddet türü, en görünmez olanı ama en derine işleyeni… Deride iz bırakmaz, çığlık atmaz, yumruk atmaz; bunun yerine sessizce zihne sızar, bedene yerleşir, kimliği şekillendirir.

Semboller, dil, giyim, kültürel incelikler, “iyi görünme” baskısı… Tüm bunlar aracılığıyla işleyen, dışarıdan zarif duran, içeride ise yıpratan bir şiddet biçimi.

Operaya gitmekten doğru kelimeleri seçmeye, belirli bir “kültürel estetik”e dahil olmaya kadar toplumun onayladığı davranışlara uyamayan herkes sembolik şiddetin hedefi hâline gelebilir. Fiziksel değildir; ama en derin yaraları o açar.

Sosyolog Pierre Bourdieu, sembolik şiddetin teorik temelini atan ilk kişidir. Onun analizleri, tahakkümün yalnızca kaba güçle değil, aynı zamanda kabul edilmiş normlarla, alışkanlıklarla, “doğal” görünen beklentilerle sürdüğünü gösterir.

En korkutucu kısmı ise şudur: İnsanlar baskıyı baskı olarak tanımaz. Normal, meşru, hatta hak edilmiş sanırlar.

Egemen sınıflar neyin “zarif”, neyin “kültürlü”, neyin “doğru” olduğunu belirler. Toplumsal otoriteye sahip biri bir davranış biçimini benimsediğinde, o davranış bir anda norm hâline gelir.

Bu normun dışında kalan ise sessizce oyunun dışına itilir.

Kendi deneyimimden bilirim.

Ben bir göçmenim. Bana “Artık sen de İtalyan oldun” dediklerinde, iyi niyetli bir iltifat gibi görünür ama değildir. Çünkü sanki köklerimin, ailemin, kültürel bilinçdışımın, yaşadığım travmaların bir cümleyle silinebileceği varsayılır.

Hızlıca yeni bir kimliğe bürünmem beklenir. İşte bu sembolik şiddettir. Kişi, geçmişi hesaba katılmadan “uygun” kalıba girmeye zorlanır. Bastırılan kimlik ise bir gün çok daha sert biçimlerde geri döner.

Sembolik şiddeti en çok okullarda görüyorum. Kaç defa göçmen çocuklara şöyle dendiğine şahit oldum:

“Sen iyi bir liseye uygun değilsin.”
“Asla fen, klasik, linguistik ya da insan bilimleri lisesine gidemezsin; senin yolun meslek lisesi.”

Aynı muameleyi benim kızlarım da yaşadı.

Bugün insan bilimleri lisesinde beşinci yılında mükemmel notlarla okuyan büyük kızıma bir dönem öğretmenleri “Sen liseye gidemezsin” demişti.

Bu, çocukların zihnine yerleştirilen en sinsi şiddettir: Kendi değerinden şüphe ettiren, haklarını daraltan, hayallerini küçülten şiddet.

Bu yüzden göçmen çocuklara sesleniyorum:

Haklarınızı bırakmayın.

Bu sessiz dışlamanın adını koyun: sembolik şiddet.

Onun normal olmadığını bilin.

Transkültürel psikolojide sıkça karşılaştığım örneklerden biri şu:

Göçmen bir danışan, terapi odasında kendi kültürel duygulanım biçimini ifade ettiğinde, Batılı normlarla ölçüldüğünde “aşırı”, “irrasyonel”, “çocukça” bulunabiliyor.

Oysa o duygulanım, başka bir kültürel sistemin tamamen normal bir parçasıdır.

Normu belirleyen “otorite” farklı olduğunda danışanın kendi duygusal evreni patolojik gibi gösterilir.

Bu da sembolik şiddettir.

Göçmen çocuklara yönelik pedagojik sistemde başarı çoğu zaman hâlâ tek bir kültürel ölçüt üzerinden tanımlanıyor.

Mesela:
• Evde ders çalışacak sessiz bir oda olmaması tembellik sanılıyor.
• Aile ekonomik olarak sıkışık olduğu için çocuk öğretmene yardımcı olamıyorsa “ilgisiz aile” etiketi yapıştırılıyor.
• Dil bariyeri “zeka eksikliği”ne eşitleniyor.

Bunların her biri kültürel farklılığı yok sayan şiddet biçimleri.

Gettolarda yaşayan göçmenler saatlerce kamu kurumlarında bekletiliyor; çoğu zaman dil bilmedikleri için haklarını savunamıyor.

Birçok arabuluculuk oturumunda şunu gördüm:
• Kurum çalışanı hızlı konuşuyor,
• Göçmen anlamıyor,
• Anlamadığı için “sorun çıkaran” ilan ediliyor.

Bu da sembolik şiddettir:
Dilsel üstünlük kullanılarak kurulan tahakküm.

Göçmen ailelerin ucuz işlerde uzun saatler çalışması, çocuklarının bakımını ve eğitim sürecini etkiler.

Bu yoksulluk koşulları çoğu zaman “kültürel yetersizlik” olarak damgalanır.

Oysa baskı ekonomik ve yapısaldır; ailelere yüklenen utanç ise sembolik şiddettir.

Kürtlerin tarihindeki şiddet yalnızca fiziki değildir.

Dil yasakları, köy isimlerinin değiştirilmesi, Kürt kültürünün “yokmuş gibi” gösterilmesi, Kürt kimliğinin kriminalize edilmesi…

Tüm bunlar geniş çaplı sembolik şiddet mekanizmalarıdır.

Bugün bile bir Kürt çocuğunun kendi dilinde konuştuğu için azar işitmesi, bir annenin aksanı nedeniyle küçümsenmesi bu şiddetin devam eden örnekleridir.

Kadınlar yüzyıllardır erkek egemen normlar tarafından şekillendiriliyor:

• “İyi kadın sessiz olur.”
• “Bir kadın çok iddialı olmamalı.”
• “Kadın bakım yapmalı, erkek karar vermeli.”

Bu cümleler fiziksel olmayan ama davranışları belirleyen kalıplardır.

Kadının kendi bedenini, arzusunu, kimliğini kontrol etmesinin önüne geçen en yaygın şiddet biçimlerinden biridir.

Bir dil bilmek yetmez; o dili “doğru aksanla”, “doğru kelimelerle”, “entelektüel tonda” konuşman beklenir.

Göçmenler çoğu zaman dili bilmedikleri için değil, dili yerli entelektüelin istediği gibi kullanamadıkları için dışlanır.

Bourdieu’nun dediği gibi:
Dil, bir iletişim aracı olmaktan çok bir üstünlük aracına dönüşebilir.

Rızayla işleyen şiddet: Görünmezliği buradan geliyor

Bourdieu’nun en önemli tespiti şudur: Sembolik şiddet, itaati rızayla elde eder.

Zorlamaz: İkna eder.
Emretmez: Meşrulaştırır.
Zor kullanmaz: Normalleştirir.

Ve işte bu yüzden bu kadar güçlü, bu kadar görünmez, bu kadar yaygındır.

(Yazılar, yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Rûdaw Medya Grubu'nun kurumsal bakış açısıyla örtüşebilir ya da örtüşmeyebilir.)