Yazar Hikmet Gülmez: ‘Şeytana Methiye’, insanın içindeki kötülüğün hikayesidir!

2 saat önce
Adem Demir
Etiketler Şeytana methiye Hikmet Gülmez Simurg Polisiye roman
A+ A-

Şeytana Methiye dizilir mi? Elbette dizilebilir. Üstelik Şeytana Methiye isimli bir kitap da yazıldı.

Bingöl Karlıovalı yazar Hikmet Gülmez, politik-polisiye bir roman kaleme aldı. Aslında Türkçe yazılan bu roman o dilde değil, Kürtçe olarak piyasaya çıktı.

Nûbihar Yayınevi'nden çıkan kitabın Kürtçe adı: "Methiyeyek Bo Şeytan".

Fransa'da yaşayan Gülmez, "42. Uluslararası TÜYAP Kitap Fuarı" için İstanbul'a geldi. Fuarda kitabını imzalayan Gülmez, daha sonra Rûdaw'ın İstanbul ofisine uğradı.

Rûdaw çalışanları için de imzalayan Gülmez, üzerinde 9 yıl çalıştığı kitabı hakkında bilgiler verdi.

Gülmez’e göre Şeytana dizilmiş bir methiye yok. Bu tamamıyla metaforik bir tanımlama. Aslında “şeytan” ifadesiyle kast edilen şey ise insanın içindeki kötülük.

"Şeytan aslında insanın içindeki kötülük"

- Kitabın adıyla başlayalım: Neden şeytana methiye?

- Bildiğimiz anlamda şeytana yapılan bir övgü yok. Methiyeden ziyade metaforik bir şey, bir gönderme var diyelim. Oradaki şeytan aslında insanın içindeki karanlık, kötülük. Yani insanlığın kötülüğü üzerine bir metin. Romandaki şeytan metaforik bir şeytan.

- Methiyeyi kim diziyor?

- Methiyeyi yazar, bir hikaye üzerinden diziyor. Kitap 3 bölüm olarak tasarlandı. Her bölümün ön girişinde, tiyatro sahne kurgusunda (Prolog/Monolog/Epilog) olduğu gibi kısa felsefi metinler var. Genel şeytan fikri, yani insanın içindeki kötülük fikri üzerine yazılmış kısa metinler bulunuyor.

 -Olay örgüsü nasıl işliyor?

- Bir politik polisiye gibi işliyor olay örgüsü. Karakterlerin kendi dünyaları var. Bilirsiniz, ülkemizde yaşananlara hep tek taraflı bakma eğilimi var. Bu bir noktaya kadar anlaşılır bir durum. Kitaptaki hikaye bu bilinenden biraz farklıdır. Metinde karşı tarafı da anlamaya çalışan bir çaba var. Yaşananları olduğu gibi anlamaya gören, biraz bütünlüklü bakan bir yaklaşım denilebilir.  

- Romandaki şeytan hangi tarafta yer alıyor?

- Kendi tarafında! Şeytanın kitapta bir tarafı yok. Metnin tamamında, her yerde biraz var. Orada kötülüğü, yani durumu görecek olan okuyucudur. Söz konusu karakterler üzerinden okuyucu kendi tarafını ve yerini tercih edebilir. Kötü de iyi de kendisini savunuyor. İyi kendi gerekçeleriyle kendini savunuyor. Kötü de kendini kendi gerekçeleriyle, haklılık noktalarıyla savunmaya çalışıyor.

- Politik polisiye romanlarda polisin durduğu taraf bellidir. Sizin kitapta polisin durduğu taraf net değil mi?

- Elbette net. Polis, istihbarat birimleri, yani bütün kolluk kuvvetleri için ifade edeyim: Mesele basit anlamda ‘iyi’ veya ‘kötü’ demenin ötesinde. Ben olabildiğince tarafsız olmaya ve yaşanan karşıtlık içinde tarafları anlamaya çalıştım. Her iki taraf için de durum böyledir. Karşıt olanların kendini var etmek için harcadıkları çaba kadar, kolluk kuvvetleri için de devletin devamlılığını sürdürmek ya da diğer bir deyişle "mevcut yasalar içerisinde toplumsal düzeni korumak" için yapmaları gereken şeyi yapıyorlar. Bu duruma olabildiğince tarafsız bir gözle bakılması için çaba harcadım. Burada bir kötülük ya da benim atfettiğim bir şey yok. Buna ancak okuyucu karar verebilir. Tarafların kendilerini var ederken başvurdukları yol ve yöntemler sözünü ettiğimiz tanımlamaları belirleyebilir.

"Polisiyenin arkasındaki matematik zekayı seviyorum"

- Çeviri de olsa sonuçta kitabınızı ilkin Kürtçe yayımladınız. Neden Kürtçe polisiye roman? Kürtçe yazılmış polisiye roman örnekleri yok mu? Ya da az olduğu için bir boşluk olduğu düşüncesiyle mi Kürtçe politik-polisiye roman yazdınız?

- Polisiye romanının arkasındaki matematik zekayı seviyorum. O beni çocukluğumdan beri cezbeden bir şey. Yani parça parça böyle, ölçülen, biçilen ve zaman içinde parçaların yerine oturduğu öykü anlatımını, çözüme kavuşan, sonra tekrar kaosa giden, sonra yeniden farklı bir düzeye çıkan, inen bu tarz kurmaca öyküleri seviyorum. Gerçek anlamda kurgusal dediğimiz şey de biraz buna denk geliyor. Ben onun arkasındaki matematik zekayı seviyorum ama yola çıkarken böyle bir karar vererek hareket etmedim. Şunu söyleyebilirim: Aslında hikâyenin kendisinin dili buydu. Hikâye kendisini öyle aktarmaya yöneltti. Öykü kendisini öyle ifade etti diyebilirim. Kafamda bir kurgu vardı elbette; kafamda düşündüğüm, anlatmak istediğim hikâyeyi en iyi anlatan dil buydu ve neticede bu polisiye bir roman oldu.

Ortadoğu'nun zengin söylence geleneği

- Arkasındaki matematik zekayı sevdiğiniz politik-polisiye romanı yazarken örneğiniz Ortadoğu'daki olaylar mıydı, yoksa Batı’dakileri mi örnek aldınız?

- Polisiye tür olarak kimlerden etkilendiğimi sorarsanız söylerim. Sevdiğim bazı yazarlar var. Bunları söyleyebilirim ama Batı'nın polisiyesi daha iyi Ortadoğu'nun polisiyesi daha kötü gibi bir karşılaştırmaya ilişkin fikrimi sorarsanız, cevabım şudur: Bence Ortadoğu bu anlamda çok daha zengin. Binbir Gece Masalları'nı katarak söylüyorum; Ortadoğu'nun söylence geleneğini daha dikkat çekici ve zengin buluyorum. Kürt, Fars, Arap gibi kadim kültürlerin, Türklerin, Rumların, Ermenilerin bir bütün Anadolu Coğrafyasında yaşayan halkların çok zengin bir kültürleri var. Edebi olarak bunun çok güçlü bir damar olduğunu düşünüyorum. Türkiye'de de son yıllarda modern polisiye türünde iyi örnekler var. Tabii ki Batı'da da gerçekten iyi örnekler bulunuyor. Fakat durduğumuz, ayağımızı bastığımız yer, beslendiğimiz damar Ortadoğu'dur.

"Kahraman olmayan kahramanların hikayesi beni cezbeder"

- Batı'dan yazılmış ve beyaz perdeye de aktarılmış polisiye romanlarda gizem, sır ve onları çözerek yol bulan insanlarla karşılaşıyoruz. İdeal polis tipleri de puzzle parçalarını tamamlarken merak duygusunu sürekli yükselten başarılı sonucu gösteriyorlar. Sizde durum nasıl?

- Benim kahramanlarım daha gerçekçi diyebilirim. Mesela klasik klişeleri vardır. Biri sizin söylediğiniz ideal polis tiplemesi bir de örneğin Hollywood'un artık baygınlık hissi veren polis tiplemeleri var; sıra dışılığını anlatmak için hep diplerde gezinen, hayatla doğru ilişki kuramayan, boşanmak üzere olan, ailesi dağılmış portreler var. Kahramanın sıra dışılığını anlatmak için sürekli başvurulan bu dili sevmiyorum. Bunun yerine yeraltı edebiyatında çok daha samimi, sevdiğim portreler var. Dil son derce gerçekçi ve sert. Kahraman olmayan kahramanların hikayesi beni her zaman daha çok cezbetmiştir. Kitabım yeraltı edebiyatı değil. Bu nedenle benim kahramanlarım bu anlamda onlarla karşılaştırılamazlar belki fakat daha gerçekçi ve hayatın içinden figürler olduklarını söyleyebilirim.

- Kahramanlarınız Kürt mü?

- Kahramanlarım içinde Kürtler de var, Türkler de var. Kürt olsun ya da Türk olsun diye özel bir çabam olmadı. Romanın en önemli kahramanlarından biri olan Taylan karakteri mesela Türk’tür.  Babası subaydır. Ordunun kurmay subaylarındandır. Annesi Adana eşrafından, zengin varlıklı bir aileden geliyor. Fakat kendisi Kürtlerin hikayesinde yer almıştır. Sonrasında da öyle gider.

- Romanı yazmaya karar verirken kahramanların Kürt olacağını önceden kurgulamadınız mı?

- Hayır, kesinlikle. Zaten böyle bir yaklaşım doğru da değil. Asıl olan anlatılan hikâyenin kendisidir. Hayatta da öyle değil mi? Yani kim ne kadar değerliyse o kadar yer alıyor hayatta. Elbette ki şu an Kürtler için kendilerini var etme hayati önem taşıyor. Kimlik, dil, kültür gibi devletsizlikten kaynaklanan o sancılar ya da o varoluşsal durumlar bir Türk'e göre çok çok daha sancılı. Realite böyle olmasına rağmen hikâyede bu da Kürt olsun diye bir kahraman yaratılmadı. Olayın örgüsünde kahramanlar şekillenmiştir.

- Ne var hikâyede?

- Bu kitap üzerine yaklaşık 9 sene çalıştım. Çok enteresandır: Ana karakterin adı kitabın yarısından sonra, 200'lü sayfalarda geçiyor. Asıl yazmak istediğim şey, bir grup arkadaşın 90'lı yılların ortalarında —özellikle tarihi de belirsiz bıraktım— mücadelenin yükseldiği dönemde başlarından geçenlerdi.

Daha sonra işkenceli ölümler başlıyor. Cesetler bulunuyor. Kitapta İmam Feraset karakteri var. Hikâye ile direkt ilgili olmayan Aygül diye bir karakter var. Bunların art arda ölümleri geliyor. Fakat bunların neden öldürüldüğü bilinmiyor. Daha sonra bu olanların bir istihbarat operasyonu sonucu olduğu fikri ortaya çıkıyor. Yıllarca mücadele içerisinde yer almış, çok önemli katkılar sağlamış, fakat daha sonra karşı tarafa geçmiş bir karakter var. En çokta o karakteri anlamaya ve anlatmaya çalıştım. Kurgu tamamıyla bu karakter üzerinden gidiyor.

"Kürt sorunu anlatmak için yazılmadı"

- Kitabın ana temasında Kürt sorunu mu var?

- Kürt sorunu mu? Evet var. Bütün bunları da kapsayan... Bu bir politik polisiye kitap. Fakat bu, Kürt sorununu anlatmak için yazılmadı. O dönemi birebir yaşayan insanların, her iki taraftan da başlarına gelen, yaşanan, o direnişin, ihanetin tanımlandığı, bunun işlendiği bir metindir romanım.

- Taraf mıdır?

- Evet, tabii ki taraftır. Durduğum yer belli. Bu yönüyle bir taraftır. Fakat hamasi bir metin değil. Bir şeyi övmek ya da yermek için yazılmadı. Bu bir metin, olayları anlamaya çalışan ve bunu ortaya koyma iddiasında olabilir ancak. Şunu anlatmak, bunu izah etmekten ziyade bir durum tespiti yaptım kendimce. Yazdıklarımın kimseye akıl verme iddiası yok. Netice itibarıyla bu hikâyenin yazarı bir Kürt. Bu hikâyede Kürtlerin başından geçenler anlatılıyor. On yıllarca yaşanan büyük felaket resmedilmeye çalışılıyor. O felaket içerisine bir şekilde dahil olmuş, girmiş o gençlerin yıllar içerisinde neye dönüştüğünü, nasıl bir hal aldığını, yani hayatlarının neye evrildiğini, nasıl bir noktaya geldiklerini anlatan bir kitap.

- Neye evriliyorlar? Birileri ihanet ediyor, birileri bu damgayı yiyor mu?

- Hepsi kendi içinde yaşamın farklı farklı yerlerinde farklı yönlere gidiyor. Damgalanmak değil ama evet birileri ihanet ediyor.

- Kimle kimin mücadelesi bu?

- Mücadelenin dışında bir yaşam döngüsü içinde herkes farklı bir noktaya gidiyor. Yıllar onları farklı farklı yerlere savuruyor. Herkes durdukları yerden değerlendiriyor aslında.

- Diğer tarafta bunlara karşı da bir mücadele yürütülüyor mu? Onlar ne yapıyorlar?

- Onlar da kendi açılarından değerlendiriliyor. Diğer tarafın da çok enteresan karakterleri var. Örneğin Profesör, Olcay ilginç karakterler…

“Ey Tanrı’yı arayan aradığınız sizsiniz"

- Her iki taraftan da bir özeleştiri söz konusu mu?

- Bu konuda evet veya hayır diye cevap veremem. Çünkü ben böyle bir duyguyla yazmadım. O yetkinlikte ve o hakka sahip olduğumu da düşünmüyorum. Ben bu meseleyi anlamaya çalışan bir yaklaşım tarzı ortaya koydum. Kimisi yazılanı eksik bulur, doğru bulur ya da yanlış bulur, eleştirir. Benim için bundan ziyade şurası önemli: Bu hikâyede yazılanlar "yaşanmıştır" hissi veriyor mu? "Evet yaşanmıştır" duygusunu veriyorsa bu önemlidir. Bence bir hikâyeye gerçeklik katacak tek kıstas bu. Duygu gerçeklik hissi yaratıyorsa hikâyenin kendisi hayata değiyor demektir. Netice itibarıyla bu kitap bir kurgudur. Karakterlerin hiçbiri gerçek hayatta yok. Taylan, Derya, Profesör ya da Olcay karakteri yok. Dönem olarak herkes kendi durduğu yerden bir şeyler yapmaya çalıştı. Şu an elimde bir kitap var. Yine politik-polisiye. Ayrı bir hikâye fakat bu kitapla başladı ve sonunda bir üçlemeye dönecek gibi gözüküyor. Fakat illa öyle olacak diye kesin bir şey söylemek için henüz erken.

- Karakterler arasındaki mücadeleyi kim kazanıyor?

- Gerçek hayatta kim kazanıyor? Şu kazandı, bu kaybetti demek doğru değil. Zira bu bir oyun değil hayatın kendisinden bahsediyoruz. Böyle bir şey söyleyemem. Mantıku’t-Tayr diye Feridüddin Attar'ın çok meşhur bir kitabı var. Hikâyenin özünde kuşlar Simurg'u arıyor. Kuşların kralı Simurg'dur. Yüzbinlerce kuş Simurg'u aramak için yola çıkar. Yolculuk başlar. Giderken yarısı yolda bırakır, bir kısmı düşer, yarısı ölür, yarısı kaçar, ihanet eder. Başlarından bir sürü olumsuzluk geçer. Sonunda o gidilen menzile 30 kuş yetişir. Oradaki hikâye şudur: "Ey Tanrı'yı arayan, aradığın sensin" der. Simurg, 30 kuş demektir. Farsça ve Kürtçede aynı manaya geliyor: 30 kuş. Aradığınız sizsiniz, kendinizsiniz der hikâye. Benim çok sevdiğim bir kitaptır. Şimdi bence yolun kendisi, yani çoğu zaman yolculuk, amaç kadar önemlidir. Senin kendini var ettiğin, olduğun şeysin sen! Oradaki asıl sorun da bence yaşamsal anlamdaki her şeydir. Engeller, tüm zorluklar, geriye çeken şeyler hepsi hayatın kendisiyle ilgili. Ben öyle bakıyorum. Bir şeyi kazanmak-kaybetmek denklemiyle değil, var olmak ya da olduğun halde olmadığın bir şey gibi davranmak... Bence en büyük problem bu. Yani asıl mesele bence hayatta, neysek, oyuz. Dolayısıyla bu hikâyede durduğum yerden gördüğümdür.

Hollanda'da olsaydım muhtemelen başka şeyler görecektim, yazacaktım. Başka sorunlar anlatacaktım. Ne bileyim, Alaska'da yaşasaydım farklı bir durum tespiti yapacaktım belki de. Onun için bir değerlendirme yaparken kazanmak ya da kaybetmek üzerinden değil, olduğum ya da olmadığım üzerinden bir durum tespiti yapmayı tercih ediyorum. Bunu can alıcı bir sorun olarak buluyorum. Yanlış anlaşılmasın; sadece kendimle ilgili değil, dost ya da düşman diye tarif edilen herkes için aynı şeyi söylüyorum.

Hikâye bizim durduğumuz yerle alakalı. Hayatın kendi döngüsü var. O döngü hepimizi, herkesi şekillendiriyor. Bunu bir şeyi anlamsızlaştırmak için söylemiyorum. Fakat maalesef çoğu zaman uç durumlarda gerçek gidiyor. Gerçeği hayatın gürültüsü içinde kaybediyoruz. Gerçek de kaybolduğu zaman çok şeyi yitirmiş oluyoruz. Yine söylüyorum: Olduğumuz şey olmak dışında, yani var olduğun şeyin dışında davranmak bence çok sıkıntı durum. Bizim bütün dünyamızı şekillendiren değerler neyse ona uygun davranmak durumundayız. Olmadığımız bir şey gibi davranmak çok sorunlu. Bu aynı zamanda psikoloji ve sosyolojinin ana konusu. Neysek oyuz.

"Vicdani yükümlülüktü benim için"

- Türkçe olarak yazılmış bir kitabı neden yayımlamadan önce Kürtçeye çevirip piyasaya çıkarmayı tercih ettiniz?

- Bu benim için gerçekten vicdani bir yükümlülük gibiydi. Bu hikâye evet Kürtleri anlatıyor. Bunu yazan bir Kürt. Fakat maalesef şu an Kürtçem bir romanı Kürtçe yazabilecek yetkinlikte değil. Şu anda her şeyi Kürtçe düşünmüyorum. Çünkü İstanbul'da büyüdüm. 1976'dan beri İstanbul'dayız. Yaklaşık 50 senedir bu kentteyim. Kürtçe biliyorum, konuşuyorum ve yazıyorum ama roman yazabilecek kadar Kürtçeye hakim değilim. Kürt edebiyatında bu tarz bir romanla yer almak benim için gerçekten çok önemliydi. Bunu çok önemsediğim için böyle bir tercihte bulundum. Gönül borcumdu. Kitabın Türkçesini basmak isteyen iyi yayınevleri oldu. Ben "hayır" dedim. Kitabımın Kürtçe çıkmış olmasından çok memnun ve mutluyum. Kürtçemi çok ilerletip kitaplarımı Kürtçe de yazmayı çok istiyorum.

Hikmet Gülmez kimdir?

1972 yılında Bingöl’e bağlı Karlıova (Kanîreş) ilçesinin Kaynarpınar (Lîçik) köyüne bağlı Goma Dono mezrasında dünyaya geldi. Ailesi 1976 yılında İstanbul’a göç etti. İlkokulu İstanbul’da okudu. Ekonomik sıkıntılardan ötürü erken yaşlarda iş hayatına atılmak zorunda kaldı. Çeşitli iş kollarında çalıştıktan sonra kitap sektörüne geçti. Bazı dergilerin yazı kurullarında yer aldı, yayınevlerine dışarıdan edebiyat editörü olarak çalıştı. Uzun yıllar sahaflık yaptı.

1990 yılların başlarında çeşitli gazete ve dergilerde politik eksenli yazıları yayımlandı. Sonraki yıllarda kimi dergilerde deneme yazıları ve sinema eleştirileri yayımlandı.

“Şeytana Methiye” yazarın ilk roman çalışmasıdır. Rênas adında bir oğlu olan yazar Stasburg’da yaşıyor.

Yorumlar

Misafir olarak yorum yazın ya da daha etkili bir deneyim için oturum açın

Yorum yazın

Gerekli
Gerekli