Esmer yumruklu Çirkin Kral: Yılmaz Güney
Ben "Çirkin Kral", Cannes'da 1982'nin baharında havaya kaldırdığım esmer yumruğumu hiç indirmedim, karanlıklara, zalimlere inat. Ben halkıma yumruğumun anlamını göstermek için "Yol"a çıktım. Çok zor bir "Yol" olduğunu daha en başında biliyordum; sistem tarafından örülen "Duvar"ların farkındaydım. Esmer yumruğumla sistemin dayattığı “Duvar”ları yıkmak için “Yol”a çıkmıştım. Hala “Yol”umdayım, sözümde. Öldüm haddizatında, öldürüldüm bir başkasında; ama sistemin kirli ve soğuk “Duvar”larını yıkıp geçtim, altında kalmadım o duvarların dar ve kısıtlı gerçekliğinin altında.
"Ala Geyik" ile “Yol”dayım. Yoksul insanların dünyasında gözümü açtığım için mi geyikleri sevmiştim yoksa “Zavallılar”a “Umut” olmak için mi “Yol”a çıkmıştım. Sonuçta aynı kapıya çıkıyordu “Acı”ımız ve “Ağıt”ımız. Hudutların Kanunu biliyorduk, “Namus”umuz için “Silah”a davranmıştık.
“Endişe”liydik; çünkü sistem halkı seks ve arabesk filmlerle uyutmasını biliyordu. İnsanların akılları başlarından gitmişti. Bir “Baba” olarak bunu kabullenemezdim. Umut olmalıydım “Sürü”den çıkmak isteyen “Arkadaş”lara. Umut olacaktık kitapla, sözle, ekmekle, emekle ve Ahmet Arif’in “Hasretinden Prangalar Eskittim” şiiriyle.
“Melike”nin sesi hâlâ kulaklarımda eski bir taş plak kayıtta. Hep de 1970’li, 80’li yıllar, ölümüm ve yaşamım birbirine karışmış. Çocukluğum ve gençliğim aynı kavşakta karşılaşıyor ne gençliğim çocukluğumu tanıyor ne de çocukluğum gençliğime eline uzatamıyor. “Arkadaş”ım karşıma çıkıyor sonra hep aynı “Yol”da, bir düş ülkesinden başka bir düş ülkesine geçerken, bir karanlıktan başka bir karanlığa yürürken, bir acıdan başka bir acıya “Yol” alırken, hep bir başına “Acı”sında, “Ağıt”ında.
Başımın üzerindeki gökdelenler kimin şarkısını okuyor, “Arkadaş”! Toprak halkı duymuyor. Gökdelenler ile toprak halkı arasına uçurumlar girmiş. Bunun için de çıkıp gelmiştin, Melike’nin sesinden. O kıvılcım hiç sönmeyecekti, hep büyüyecekti. 1982’nin baharında, Cannes’da havaya kaldırdığım esmer yumruğumda saklı tuttum o kıvılcımı. Seni bekliyorum, hep aynı yerde, bir yeryüzü yalnızlığında.
Özgürlük, adalet ve barış ayetlerini beraber yazdık soğuk ve kirli “Duvar”lara. “Acı”mız dinene, “Ağıt”ımız bitene kadar. Biz insandık, “Arkadaş”. İnsan olmak için buradaydık. Sistemin “Duvar”larına yenilmemek için yeni bir “Yol” açtık, bir halktan başka bir halka, bir insandan başka bir insana, bir “Acı”dan başka bir “Umut”a giden yeni bir yol. “Umut”luyduk “Arkadaş”; çünkü insancıl “Endişe”lerimiz vardı. “Analarımızı, kardaşlarımızı arkamızda bırakıp da “Yol”a çıkmıştık. Hiç kimseden korkmadık, hiç kimseye eyvallah demedik. Kaybedeceğimiz hiçbir şeyimiz yoktu.
“Boynu Bükük Öldüler”, arkadaşlarım. “Aç Kurtlar”a meze oldular. Her gece Bolivya dağlarında neden bir başına ölür Che Guevara, Amerika ile vuruşur Ho Chi Minh, küçüldükçe küçülür Serçe Mehmet. Neden Sekban-ı Cedid kaldırımlarında vurulurum? Ağlar Sinan’ımın anası Nazife, babası Adnan. Yitip giden ciğer parçalarına “Ağıt”lar yakarlar.
Kahrolsun toprak ağaları, kahrolsun para babaları, diyordum ama kahrolmuyordu toprak ağaları, para babaları; biri gidiyordu yerine bir başkası geliyordu. Bu düzen böyleydi: Toprak ağaları, para babaları hep var olacaktı tarihin karanlık yüzünde, biz de üzerimize düşeni yapacaktık ölümlerden ölüm beğenerek, tarihin aydınlık yüzünü büyüterek.
Daha 1970’lerin başlarında biliyordum: Yarın “Son Gündür”. ‘Her derde, her sevince, her kedere ortak olmak için “Yol”a çıkmıştım. Kimse bizi “Yol”umuzdan alı koyamayacaktı “Arkadaş”. Belki ziyadesiyle yalnızdım. Bütün cinayetlerin şahitlerinin kör balıkçılar şahit olduğunu biliyordum. Kör balıkçıların gözlerini açmak için “Yol”a çıkmıştım, 1982 baharında, Cannes’da esmer yumruğumu havaya kaldırdım, o ilk kıvılcımla. O ilk kıvılcımı yoksul halkımdan aldım “Arkadaş”. Büyüttüm beynimde ve yüreğimde o ilk kıvılcımı aydınlık bir ateş olana kadar. Hiç korkmadım, hiç yüksünmedim, hiç yorulmadım; çünkü “Çirkin” de olsa bir “Kral”dım yoksul halkımın gönlünde. Bundan daha güzel ve anlamlı bir ödül de olamazdı. Devrimci esmer avuçlarımda tuttuğum o ilk kıvılcımın büyük bir ateşe dönüştüğünü gördüm, sürgünlüklerde, uzak “Yol”larda, “Duvar”lar arasında. “Ateş”, sistemin dayattığı duvarları yıkmıştı, sınırları yakmıştı. Halkım, kanını emen “eşek arılarını” görmüştü, kendi ürettiği balı yemenin kendi hakkı olduğunu anlamıştı.
Ben hep “Çirkin” bir “Kral” olarak kalacağım “Arkadaş”. Bu benim için güzel bir hatıra, devrimci bir hatırlatma. ‘Yürüyeceğiz el ele’ bir ömür boyu değil, sonsuza dek. Halkımı ağlatanlara haddini bildirmek, gerçekleri gün yüzüne çıkarmak, insanca yaşamak için Yola çıkmıştık. Amacıma ulaştım mı? Sesi nerede Melike’nin? Halkım dinliyor mu bizim şarkımızı? “Arkadaş”ların ayrı düşen “Yol”larını büyülü “Beyaz Perde”de birleştirmek için “Yol”a çıkmamış mıydık? “Beyaz Perde”yi bir fon olarak kullanmıştım, hiç hor kullanmadan. Amacıma ulaştım mı “Arkadaş”? Susma, konuş “Arkadaş”.
Bazı zamanlarda esmer avuçlarımda tuttuğum o ilk kıvılcımın hatırası yüreğimi “Acı”tıyor “Arkadaş”. Bütün evlatlarını yitiren bir “Baba” gibi oturup “Ağıt” yakmak istediğim zamanlar oluyor. Biz “Duvar”ları yıktık ama sistem dijital duvarlar, kozmik ağlar, siber kalkanlar üretti “Arkadaş”. Bunları kim, nasıl gösterecek halkıma. Açtığım “Yol”da sistemin sanal zorbalarının gerçek yüzünü ortaya koyacak arkadaşlar çıkar mı ha? Evet “Arkadaş”, kim olduğunu, nereden gelip, nereye gittiğini ben sana öğrettim.’ Şimdi sıra sende. Esmer avuçlarımda o ilk kıvılcımın hatırasını “Melike”nin sesinde hissedersen, sistemin yeni oyunlarını öteki arkadaşlara gösterebilirsin belki.
‘Ben senin elinden tutup karanlıklardan aydınlıklara çıkarmaya çalıştım.’ Bütün gücümle uğraştım; bilirsin. Sıra sende “Arkadaş”. Sistem yeni oyunlarında karanlıkları aydınlık diye yutturmaya başlamış, yine halkımın aklını çelmiş. Yeni bir yorumla, yeni sözlerle, yeni “Beyaz Perde”lerde sistemin dayattığı aydınlıkların sahte olduğunu en iyi sen ortaya koyabilirsin “Arkadaş”. Bunu ancak sen yapabilirsin. Ben Paris karanlığında, sen sanal “Duvar”lar arasında; ortaya çıkmalısın “Arkadaş”. 1970’lerin, 80’lerin karanlık ve soğuk “Duvar”larını nasıl yıktığımı hatırla. Ben de senin gibi tek başımaydım ve “Yol”a çıkmaya hükümlüydüm. “Yol” yürüyenindir. Çıkmıştım ve “Yol”umu bulmuştum. “Yol”umu hep “Umut”larla bezemiştim. “Umut” tohumlarını ekme sırası sende “Arkadaş”.
“Melike”yi, öteki arkadaşları hatırla. Ne güzel arkadaşlardık ne güzel zamanlardı. Hep de çocuklarımıza güzel yarınlar bırakmak hayalimiz vardı. Her defasında çocuklarımız için yaşıyorduk, çocuklarımız için ölüyorduk. Güzel değil miydi “Arkadaş”? Değmez miydi? Karanlıkları unutmadan, çektiğimiz “Acı”lardan ve yaktığımız “Ağıt”lardan utanmadan. Söyle “Arkadaş”: Yanlış mıydık bir başkasının doğrusunda, yalnız mıydık soğuk ve kirli “Duvar”lar arasında? Ama şarkılarımız, şiirlerimiz, sözlerimiz ve o ilk kıvılcımın hatırası vardı elimizde, avucumuzda, kalbimizin derinliklerinde.
Belki istediğin gibi biri olamayacağım “Arkadaş”, uzaktan bakıp bakıp ağlayacağım. Gözyaşlarımı silen “Yol” “Arkadaş”larım olmayacak. Olsun “Arkadaş”. Kimsesiz ve huzursuz gözyaşlarımla doğmamış çocuklarımıza mektuplar yazacağım. Bizim suçumuz değildi. Kanlı göz yaşlarla yoğrulmuş bir coğrafyada gözlerimizi açmıştık. Açtık hep, açıktaydık. Şiirler yalnızlığımızı sarmalamaya yetmiyordu. Her gece ölüme yaşamlarımızı armağan ediyorduk. Başımızın altında doğmamış çocuklarımızın iniltileri, uyuyamıyorduk. Delik deşik olmuş uykularla sabahları zor ediyorduk. Avuçlarımız nasırlıydı, ayaklarımız parçalanıp tuzlanmış.
Kalbim ağrıyor “Arkadaş”. Doğmamış çocuklarımız kalbimi tutuyorlar, ben bir başka ölüyorum içimde, bir başka doğuruyorum “Umut”larımı, “Acı”larımı, bir başka yakıyorum “Ağıt”larımı. Çok yalnızdık, “Arkadaş”. İçinden kırılmıştı 1982’nin baharında, Cannes’da havaya kaldırdığım esmer yumruğum. Yalnız ölemiyordum “Arkadaş”; doğmamış çocuklarımızın iniltisi rahat bırakmıyordu.
Hayat çok acımasızdı, zalimlerden hiç vicdan merhamet yoktu "Arkadaş”. ‘Bir gün birbirimizden ayrı düşebiliriz.’ Ben Paris karanlığında, sen sistemin yeni sahte aydınlığında. Aramıza kıyamet gibi mesafeler girebilir. Öpmeye kıyamadığımız çocuklarımız ölebilirler yarınları görmeden. Ama “Yol”larımız hiç ayrılmayacak “Arkadaş”. Bizi aynı ateş yaktı, aynı ateşte yandı beynimiz, kalbimiz ve gözlerimiz. Kim bizi birbirimizden ayırabilir “Arkadaş”? Kimin buna güce yetebilir? Kim kalbimizi ele geçirebilir, beynimize hükmedebilir, gözlerimizdeki ışığı söndürebilir?
Ben inandım "Arkadaş": "Bir Gün Mutlaka" 1982 baharında, Cannes’da havada tuttuğumuz esmer yumruğumuz yankısını bulacak, o ilk kıvılcımın hatırası ve “Melike”nin sesi kalbimizde, beynimizde ve gözlerimizde "Umut" ile meyvesine duracak.
(Yazılar, yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Rûdaw Medya Grubu'nun kurumsal bakış açısıyla örtüşebilir ya da örtüşmeyebilir.)