Bu yazı, depremi canlı bir şekilde Adıyaman Besni’de yaşayan, ailesinden bireylerinin son anlarına şahit olan ve yaşadığı ocağı enkaza dönüşen Yazar Faik Öcal’ın notlarından derlendi.
19 Şubat 2023
208 - Depremden önce kolonun ne olduğunu bilmezdik, şimdi çocuklar evlerindeki kolonlara bakıp evin olası bir depremde ayakta kalıp kalmayacağı anlamaya çalışıyorlar. Çocuklar deprem ile yatıp kalkıyorlar. Depremin vurduğu bir nesil ortaya çıkıyor. Biz büyüklerin psikolojisi yerle bir olmuşken çocukları düşünemiyorum. Çocuklarımız göz göre göre elimizin altından kayıp gidiyorlar. Bir şey yapamıyoruz. Elimizden bir şey gelmiyo. Çaresizliğin her halini yaşıyoruz. Çocuklarımız için yaşıyoruz ama onlar için hiçbir şey yapamıyoruz. Biz neredeysek onlar da orada. Reva mı bu?
“Olan fakirlere oldu”
209 - Deprem gösterdi ki ülkenin en büyük acı gerçeği göz göre göre gelen ölümlerdir. İnsan hayatı kadar ucuz bir şey yok. Gözden ilk çıkarılan insan hayatı oldu. Deprem sınıf farkını ayrıca ortaya koydu. İyi yerlerde yaşayan zenginlere pek bir şey olmadı, olan uyduruk yerlerde yaşayan fakirlere oldu. Zenginler işlerini biliyorlar. Fakir fukaranın emeğini sömürüp, hayatını hiçe sayıp kendilerini güvene alıyorlar. Zenginlerin hayatta kalması fakirlerin ölmesine bağlı adeta… Zenginler emniyette oldukça fakirler açıkta.
210 - Covit-19’dan sonra Deprem-23 "asimetrik felaketler çağı"na girdiğimizi tescilledi. Felaketin nerden, nasıl geleceğini kestiremiyoruz. Her seferinde hazırlıksız yakalanıyoruz. Enerjimizi boş şeylerle harcıyoruz. İnsan hayatına değer vermediğimiz için yarınlarımız öngörüsüz, tedbirsiz. İnsan hayatını hiçe saydığımız için geleceğimiz içi kof vaatlerden ibaret. Dünyanın yer altı ve yer üstü zenginliklerini elinde tutan üç beş kişinin insafına kalmış dünyanın ve milyarlarca insanın geleceği. O zenginler sırf biraz daha rahat yaşamak için gözünü kırpmadan fakirlerin dünyasını ateşe verirler.
“Cehennemin bütün kapılarını üzerime kapatmışlar”
211 - Bu çağın din yobazları, pul-putperestleri, dogmatik ideologları, buyurgan vaizleri, lider tapıcıları, namus bekçileri yordu beni. Kimsenin sesini duymak istemiyorum. Nereye gideceğimi de bilmiyorum. Hayatımdan ebediyen çıkarmak istiyorum bunları, olmuyor. Nereye gitsem onlar karşıma çıkıyor. Kendilerini sinsice gizlemesini biliyorlar. Bukalemundan daha iyi renk değiştiriyorlar, takiyye yapıyorlar. Ben içime kapandıkça onların sesi daha çok geliyor, beni rahatsız ediyor. Manevi bir cehennemin içindeyim. Cehennemin bütün kapılarını üzerime kapatmışlar. Yaşamak hiç bu kadar işkence olmamıştı.
“Martılar ölür fikirleri kalır”
212 - Her şeye, her kese karışıyorlar. Her şeyi, her kesi kendilerine benzetmek istiyorlar. Beni kendileri gibi yapmak istiyorlar. İçimdeki gökte özgürce uçan martı Jonathan'ı öldürmek istiyorlar. Ben onlardan uzaklaştıkça, kendi içimde sustukça daha acımasız saldırıyorlar. Onlar gözlerimde uçuşup duruna martı Jonathan’ı görüyorlar ve korkuyorlar. Onların korkularını anlıyorum. Bu yüzden beni anlamalarını beklemiyorum. Beni anlamaları demek, onların yok olması demek. Martı Jonathan gözlerimde uçuştukça onlara rahat yok. Bu yüzden benden nefret ediyorlar, beni istemiyorlar. Onlar tapılacak put istiyorlar. Onlar sadece gözleriyle gördüklerine inanıyorlar. Buluttaki yağmuru görürler sadece. Gökteki sonsuzluğu göremezler. İki ayrı dünyanın insanlarıyız. Bulut altı, onların dünyası… Bulut üstü de ben ve benim gibi martı Jonathanların dünyası. Deprem aramızdaki bütün duvarları yıktı. Deprem bulutun altını ve üstünü birbirinden ayırdı. Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak artık. Bu yüzden onlar farklı olana, kendi yolunda gidene, kendi sözünü söyleyene tahammül edemezler. Farklı olan onların sıradanlığını, yolunda giden onların sürü halini, sözünü söyleyen kuru gürültülerini ortaya koyuyor. Onlar Jonathan'ı hiç anlamadı. Jon bir martı değil, bir fikirdir. Martılar ölür fikirleri kalır.
213 - Bu delirmek üzere olan bir babanın hikayesi. Bizzat şahit olduğum. Besni’de adam üç çocuğunu ve eşini depremde yitiriyor. Adamın enkazda kalan ayağı sakat kalıyor. Çocukları gözlerinin önünde ölüyor. Çocuklarına yardım edemediği için vicdan azabı çekiyor. Adamı tedavi için Diyarbakır’a götürüyorlar. Adam her kese “beni bırakın, çocuklarımın, eşimin yardımına gitmem lazım” diyor. Adam onların hala sağ olduğuna inanıyor, belki de sağ olduğuna inanmak istiyor. Çünkü adam onların enkazdan çıkarıldığını görmedi. Sonra adam hastaneden kaçıp Besni’ye, enkazın olduğu yere geliyor. Hiç kimseyi göremiyor. Adam bundan sonra çok fena oluyor. “Eşimi, çocuklarımı nereye götürdünüz?” diyor. “Onlar olmadan ben yaşayamam. Anlıyor musunuz!?”
“İnsanlığın ortak mirası dehaları felaket dönemlerinde hatırlıyoruz”
214 - İnsanlığın ortak mirası dehaları felaket dönemlerinde hatırlıyoruz, sözlerinden alıntılar yapıyoruz, haklılıklarını dile getiriyoruz; felaket geçince yine onları tarihin tozlu sayfalarında unutulmuşluğa terk ediyoruz, incir çekirdeğini doldurmayan saçmalıklarımıza dönüyoruz. Belki de tarih tekerrürden ibarettir, sözü bunun için söylenilmiştir.
215 - Beni kimlere bırakıp gittin. Arkanda enkazın enkazı bir insan bıraktın. Sen olmadan ben nasıl yaşarım. Her nefes alış verişte bize ihanet etmiş olacağım. Neden beni bu ihanet içinde bıraktın. Sen çıkıp gittin bu dünya zindanından. Boynumu bekleyiş bıçağının altına sürdün ve gittin. Neden bunu bana yaptın? Neden beni kendinle götürmedin. Beraber yaşadığımız hayat iki kişilik ölmeye yetmiyor muydu? Şimdi ben yarım kalmış bir hayat nasıl öleceğim tek başıma?
“Zaman kelimesi aklıma gelince o ana gidiyorum: 04:17”
216 - Uzaktan dost sesler duyuyorum. Dost, aşina, kesik kesik sesler. Biraz kendime gelir gibi oluyorum. İçimdeki yıkımları ve kayıpları unutur gibi oluyorum. İçimdeki yağmur kuşları kanat çarpacak takati kendilerinde buluyorlar. Umuda kapılıyorum, kendime hayret ediyorum. Demek ki içimde bir yerlerde umut tohumları duruyormuş, filizlenecek zamanı bekliyorlarmış. Zaman kelimesi aklıma gelince o ana gidiyorum: 04:17. Olamaz, diyorum. Ölene dek o andan çıkamayacağım. Belki de ruhum ile bedenim arasındaki görünmez ince bağ o an koptu da haberim yoktur. Ruhum ayrı yaşıyor, bedenim başka görünüyor. Ruhumda ve bedenimdeki aynı kişi değildir. Bir benim yok. Ruhumun ve bedenimin benliği ayrı… Deliriyor muyum? İnsan böyle mi delirmeye başlar. Olabilir Çoklu benlik, diye bir şey vardı. Bir çeşit şizofreni… Belki de şizofren oldum. Çok bunaldım. Bu karamsar düşüncelerden kurtulmak için telefonumdan bir müzik açıyorum. Karşıma Aram Tigran'in "Lolo pismamo!" diyen eski, mahsun, dost, sıcak sesi çıkıyor. İçimdeki bütün kaleler yıkılıyor, hüngür hüngür ağlamaya başlıyorum. Ağlamak iyi geldi. Daha sakinim.
217 - Tek başıma yaptığım yürüyüşlerle kendimi iyileştiriyorum. Ölülerimle barışığım. Onlar hayatımın bir parçası. Sadece onlarla nasıl yaşayacağımı bilemiyorum. Bir insan onlarca ölüsüyle nasıl yaşar? Yeni ortak bir yaşam kurur? Kitaplar bu konu hakkında hiçbir şey yazmıyor. Bedeni terk eden ruhtan bahsetmiyorum. Cesedin içine hapsolmuş ruhu söylüyorum. Cesetle sürüklenen ruh... Ceset senin içinde, ruh cesedin hapis... Hapis içinde hapis bir deli divane, ben… Enkazın altına girip çıkıyorum. Ölülerim güçleniyor, ben zayıflıyorum. Yürüdükçe bir başıma, ölülerimi içime yerleştirme tecrübesi kazanıyorum. Yürüdükçe bir başıma cesetleri içimde yer değiştirme ustalığı kazanıyorum. Yürüdükçe bir başıma cesetlerin içindeki ruhlarla daha farklı, daha özel bir ilişki kuruyorum.
Ben depremin yetim bıraktığı çocuğum
218 - Öyle bakmayın suskun durduğuma. İçimdeki fırtınalar hesap soruyor, beni benden alıp götürüyor. Öyle bakmayın lal olduğuma. Çocuk kalbimi göğüs kafesimde zor tutuyorum. Öyle bakmayın yerimde durduğuma. Anamın, babamın cesedi ayaklarımın altında duruyor. Öyle bakmayın uslu göründüğüme. Aklım benimle alay ediyor, aklı evvellere tahammül edemiyorum. Ben depremin yetim bıraktığı çocuğum. Mezar suskunluğuna büründü bütün bir varlığım. Dilimin altında kendi ellerimle gömemediğim yakınlarım. Ayaklarımın altında şaha kalkmış asi atlar. Yetimliğim tarif etmiyor acılarımı.
219 - Çok günahımız olduğu için deprem olmadı. Misal Adıyaman çok günahkâr olduğu için deprem ile enkaza dönüşmedi. Olay ahlaklı olup olmamaktan ibarettir. Fay hattındaki Adıyaman’da malzemesi çalınmış binalar yıkıldı; ama 'kafir' Avrupa Birliğinin yaptırdığı bina sağlam yapıldığı için yıkılmadı. Felsefe, sorgulama, aklını kullanma olmayınca sap ile samanı karıştırırız, hatalarımızı kapatmaya çalışırız. Bu yüzden bazı dindar geçinenler İslam’ı kullanıyorlar, sorumluluklarından kaçınıyorlar. Bunlara dikkat etmek lazım... Allah adildir, kim işini düzgün yapmışsa oradadır. Allah ile hatalarımızı karıştırmayalım. Allah dilerse eceli gelmişleri ya da günahkâr kullarını depremsiz/sebepsiz dahi canlarını alabilir.
“Bana iyilik yapmak istiyorsan bana balık verme, balık tutmayı öğret”
220 - Dünyaya bir kere geliyoruz. İkinci bir şansımız yok. İnsanca yaşayıp insanca ölmekten başka seçeneğimiz yok/olmamalı. İnsanca yaşayan insanca ölür. İnsanca yaşamak en doğal hakkımızdır. Bu hakkımızı sonuna kadar korumalıyız ki insanca son nefesimizi verelim. İnsanca yaşayıp insanca son nefesimizi veremiyorsak bunu asli ve birinci sorumlusu biziz. İnsanca yaşamanın asgarilerini Maslow’un meşhur ihtiyaçlar hiyerarşisi söylersek fizyolojik ihtiyaçlar ve güvenlik ihtiyacı. Yani can ve mal güvenliği, yeme ve barınma. Maalesef biz bu asgarilerden de mahrumuz. Hiç sosyal ihtiyaçlara ve kendini gerçekleştirmeye gelemiyoruz. Belki de işin sırrı piramidi tersine çevirmemekte. Kendimizi gerçekleştiremediğimiz için fizyolojik ihtiyaçlarımızı gideremiyoruz, başkalarının eline bakıyoruz. Sözümüzü eski bir sözle bitirelim: Bana iyilik yapmak istiyorsan bana balık verme, balık tutmayı öğret. Belki de balık başkalarından balık almaya alıştığımız için insanlığımızı yitirdik, homo sapiens’i bataklıkta bıraktık.
(Yazılar, yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Rûdaw Medya Grubu'nun kurumsal bakış açısıyla örtüşebilir ya da örtüşmeyebilir.)
Yorumlar
Misafir olarak yorum yazın ya da daha etkili bir deneyim için oturum açın
Yorum yazın