1950’li yıllar Türkiye’de Demokrat Parti iktidarının toplumsal muhalefete karşı giderek otoriterleştiği bir dönemdir. Bu süreçte Kürt aydın ve öğrencilerinin hedef alınmasına yol açan en kritik gelişmelerden biri, tarihe 49’lar Davası olarak geçen toplu tutuklamalardır.
1958’de Irak’ta General Abdülkerim Kasım önderliğinde gerçekleşen askerî darbe, bölgesel dengeleri doğrudan etkiledi. Kerkük’te Türkmenlerin düzenlediği hükümet karşıtı gösterilerin Barzanî hareketi tarafından sert biçimde bastırılması, Türkiye’de özellikle iktidar çevrelerinde yankı buldu.
Dönemin CHP milletvekili Asım Eren’in parlamentoya sunduğu soru önergesinde, “Türkmenler için intikamın Türkiye’deki Kürtlerden alınıp alınmayacağı” sorusu, devletin yüksek kademelerinde tartışmalara yol açtı.
Cumhurbaşkanı Celal Bayar, İçişleri Bakanı Namık Gedik ve Genelkurmay Başkanı Mustafa Rüştü Erdelhun bu öneriyi desteklerken, muhalif bir tutum takınan isimlerden biri Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu oldu.
Zorlu, “Ermeni, Rum ve şimdi de Kürt katliamı gibi bir süreci Avrupa’da savunamayacağını, böyle bir girişimde istifa edeceğini” açıkça beyan ederek tartışmalara müdahale etti. Nihayetinde Başbakan Adnan Menderes, doğrudan bir katliam yerine, Kürt aydınlarının gözaltına alınmasıyla süreci kontrol altına alma yolunu tercih etti.
Böylece Ankara’da Kara Kuvvetleri Komutanlığı Askerî Mahkemesi’nden 50 kişilik toplu tutuklama müzekkeresi çıkarıldı. Ancak bu kararda isimler yer almıyor, sadece sayılar belirlenmişti.
Önce suç yaratılmış, ardından sanıklar buna uydurulmaya çalışılmıştır. 1959 başlarında gerçekleştirilen operasyonla çok sayıda Kürt öğrenci ve aydın gözaltına alınarak Harbiye Kışlası’na götürüldü. Hücrelerin yalnızca 40 kişi için yeterli olması nedeniyle 10 kişi serbest bırakıldı. Tutuklulardan Emin Batu’nun 70 gün sonra hücrede ölmesi üzerine süreç tarihe “49’lar Olayı” olarak geçti.
Batu’nun hücre duvarına kanıyla yazdığı “Esaret bahçesinde bir gül olmaktansa, hürriyet bahçesinde bir diken olmayı tercih ederim” cümlesi, hafızalara kazınmıştır.
Tutukluların maruz kaldığı kötü koşullar, hukuk sisteminin keyfiliğini ortaya koyar niteliktedir. Hücrelerde birbirlerinden habersiz bırakılan sanıklar, ancak Medet Serhat’ın kilidi açık unutulan kapıları açmasıyla bir araya gelebilmiş ve toplu direnişleri sonucunda koğuşlarda toplanabilmişlerdir.
Bu süreçte Dr. Sait Kırmızıtoprak’ın gardiyanlarla kurduğu insani ilişki, tutuklular arasında moral güç yaratmıştır. Kırmızıtoprak aynı zamanda mahkûmların nüfus sayımlarında anadil bölümüne Kürtçe yazılması gerektiğini savunarak, dil bilincinin simgesel bir savunucusu olmuştur.
Yargılama sürecinde de benzer tavırlar gözlenmiştir.
Örneğin Yusuf Kaçar, mahkemede kendisine “Celal Bayar’ı protesto eden bildiriyi neden imzaladın?” diye sorulduğunda, Bayar’ın 1938 Dersim Harekâtı’nda “sağ bırakılmaması” yönünde emirler verdiğini hatırlatarak, bu nedenle protestonun meşru olduğunu savunmuştur.
49’lar Davası, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde Kürt aydınlarına karşı yürütülen devlet politikalarının sistematikliğini ve siyasal rejimin muhalif kimliklere yönelik yaklaşımını göstermesi bakımından önemlidir. Dava, aynı zamanda 1960’lı yıllarda gelişecek olan Kürt siyasal hareketinin entelektüel zeminini de etkilemiştir. O dönemin aktörleri arasında Musa Anter, Yaşar Kaya, Dr. Sait Kırmızıtoprak, Celal Temel’in araştırmalarında aktarılan tanıklıklar, bu sürecin hem kişisel hem de toplumsal boyutlarını ortaya koymaktadır.
1950’lerin sonu Türkiye’de Kürt ulusal bilincinin görünür hale geldiği, aynı zamanda devlet baskısının yoğunlaştığı bir dönem olarak öne çıkmaktadır. Demokrat Parti iktidarı, Kürt kimliğini inkâr eden resmi çizgiyi sürdürürken, Kürt aydınları kendi kültürel, siyasal ve basın faaliyetleriyle bu inkâr politikalarına karşı durmaktaydılar.
1958 yılında Diyarbakır’da yayımlanmaya başlayan İleri Yurt gazetesi, bu direnişin en önemli örneklerinden biridir. Musa Anter ve Canip Yıldırım’ın öncülüğünde çıkarılan gazete yalnızca Diyarbakır’da değil, Türkiye’nin farklı kentlerinde de okunarak büyük ses getirmiştir. Kürt aydınlarının ilk kez bu kadar geniş bir toplumsal etkiye ulaşması, devletin sert tepkisini beraberinde getirmiştir.
Bu süreçte başlatılan ve tarihe 49’lar Davası olarak geçen operasyon, Kürt aydınlarına yönelik sistematik baskının simgesidir.
17 Aralık 1959’da Diyarbakır’da tutuklanan Musa Anter’in İstanbul’a götürülmesi sırasında yaşanan ve kendisinin aktardığı bir anekdot, bu davaların yalnızca hukuki değil, aynı zamanda sembolik bir boyut taşıdığını göstermektedir. Anter’in, kendisini götüren yüzbaşıyı yaverim diye tanıtması üzerine uçak hosteslerinin onu general sanmaları, Kürt aydınlarının mizahı, zekâyı ve ironiyi baskıya karşı bir direniş kültürü olarak kullandıklarını göstermektedir.
1960 askeri darbesi, Türkiye’de birçok siyasi tutuklu için af getirmiştir; ancak 49’lar Davası bu kapsamın dışında tutulmuştur. Bu durum, Kürt sorununun devlet katında özel bir tehdit kategorisi olarak görüldüğünü kanıtlamaktadır. Bununla birlikte darbe sonrası cezaevi koşullarında bir yumuşama olmuş, hücre hayatı son bulmuş ve tutuklular koğuş sistemine geçirilmiştir.
Musa Anter’in hatıralarında, cezaevinde paşa rütbesiyle görev yapan Kemal Binatlı ve hapishane müdürü Rasih Kasırga gibi isimlerin, Demokrat Parti iktidarı döneminde cezaevini yöneten kadrolar olarak, sonrasında aynı kötü koşulları yaşamak zorunda kaldıkları aktarılmaktadır. Bu durum, iktidarların değişkenliğini ama Kürt aydınlarına yönelik baskının sürekliliğini göstermektedir.
Darbe sonrası cezaevinden sorumlu olan Faruk Güventürk’ün 49’lara yönelik tavrı görece insancıldı. Musa Anter’e “Apo (amca)” diye hitap etmesi, generalliğe terfi ettiği gece koğuşu kutlamaya gelmesi ve raporunda “Türkiye’de tüm siyasi tutuklular bırakıldı, bir bunlar kaldı. Ya bunları mahkemeye verip neticeye bağlarsınız ya da ben mesuliyeti alıp hepsini bırakırım” ifadelerini kullanması, bireysel düzeyde farklı tutumların mümkün olduğunu göstermektedir. Ancak bu kişisel yaklaşımlar, Kürt aydınlarının yargısal ve siyasal durumunu değiştirmemiştir.
Ankara’ya taşınan yargılamalarda yaşanan bir başka olay, dönemin milli boksörlerinden Esat Cemiloğlu’nun tavrıdır. Cemiloğlu, kendi tahliyesini reddederek “Ben ki bu bileklerimle Avrupa’da Türk bayrağını yükselttim, şimdi torunlarım yaşındaki arkadaşlarım içerideyken hangi yüzle çıkayım” sözleriyle dayanışmanın en güçlü örneklerinden birini sergilemiştir. Bu tavır, 49’lar Davası’nın yalnızca bireysel özgürlük mücadelesi değil, kolektif onur mücadelesi olduğunu göstermektedir.
49’lar Davası, sonuç itibariyle Kürt aydınlarının siyasal tarihte yeni bir kuşak olarak belirmesini sağlamıştır. Musa Anter, Canip Yıldırım, Naci Kutlay, Esat Cemiloğlu ve diğerleri, bu süreçte yalnızca bireysel kimlikleriyle değil, toplumsal sorumluluklarıyla da öne çıkmışlardır.
Bugün Kürt milletinin sesi, kimliğinin inkâr edilemediği bir noktaya gelmişse, bu durum dışsal bir lütfun değil, 49’lar kuşağının, onların ardıllarının ve siyasal mücadele arkadaşlarının özverili direnişinin sonucudur.
Kürt ulusal bilincinin oluşum sürecinde 49’lar Davası, bir kırılma değil, sürekliliği olan bir mücadele halkasıdır. Bu halkayı, sonraki kuşaklara devreden yazarlar, siyasetçiler ve aydınlar sayesinde bugün kolektif hafıza ve tarihsel bilinç diri tutulmaktadır.
Kaynaklar
Anter, M. (1991). Hatıralarım. İstanbul: Avesta.
Kaya, Y. (2002). Kürt Sorunu ve Demokratik Çözüm. Stockholm: Wêje Yayınları.
Temel, C. (2015). Kürtler ve 49’lar Davası. İstanbul: Evrensel.
Arıkan, S. A. (2008). Dr. Şivan: Bir Ömrün Hikâyesi. Diyarbakır: Deng Yayınları.
Çetin, F. (2009). “1959 Yılında 49’lar Davası ve Türkiye’de Kürt Aydınlarının Yargılanması.” Toplum ve Bilim, 115.
(Yazılar, yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Rûdaw Medya Grubu'nun kurumsal bakış açısıyla örtüşebilir ya da örtüşmeyebilir.)
Yorumlar
Misafir olarak yorum yazın ya da daha etkili bir deneyim için oturum açın
Yorum yazın