Kürt yazar ve yönetmen Hiner Saleem, kitapları ve yaşamı hakkında bilgi verirken Kürt sorunu başta olmak üzere birçok konuya da ilginç yorumlar getirdi.
Söyleşi: Gül Hür
Kavanozun İçindekiler
Kürt yazar ve yönetmen Hiner Saleem'in ilk romanı Babamın Tüfeği’ni okumamın üzerinden 10 yıldan fazla bir zaman geçti. O zamanlar içine düştüğüm karmaşık duyguların bir benzerini, bugünlerde aynı canlılıkla yaşıyorum. Çünkü Hiner’in son romanı Küllerim, Golda ve Diğerleri'nin ilk okuyucularından biri olma şansına sahip oldum. Heyecanla elime aldığım kitabın sonuna geldiğimde, bir parçası haline geldiğim hikâyeler yüzünden kalbim unufak halde; takılı kaldığım yerlerde kendimi, rüzgâra bırakılmış küller gibi savrulurken buldum.
Hiner'in her iki romanında da yapı, Kürtlerin kadim hüznü ve hayal kırıklığı üzerine kurulup ince bir mizahla yoğruluyor. Örneğin Babamın Tüfeği'nde önce yaramaz bir neşeyle karşılaşırsınız; umut ise hep neşeyle iç içedir. Hiner'in anlatımındaki neşeli tatlar, anlattığı öykülerin ruhunu sarıp sarmalar. Ancak kelimelerin içinde kayboldukça derinlerdeki hüzünle karşılaşırsınız. Küllerim, Golda ve Diğerleri’ndeyse durum biraz farklı. Her şeye umutsuzlukla başlıyoruz, kahramanımızın ölümüyle yani. Mizah ise bu trajedinin arkasına saklandığı yerde bizi bekliyor. Yazarın bizi sürüklediği her yeni düşte, nüktedanlığının bir yerlerden çıktığını görüyoruz. Annesinin aşırı dindarlığıyla ilgili esprili sözlerinden arkadaşı Miso'nun İtalya'daki evine (buraya “Beyaz Saray” diyor) kadar Hiner, karakterlerinin umutsuzluğuna mizahı dokuyor. Suriye Devlet Başkanı'nın kardeşinin, bir mahalleyi sık sık ziyaret etmesi nedeniyle yaşanan elektrik kesintileri bile onun ustaca anlatımı sayesinde bir kara komedi unsuru haline geliyor.
Roman, kahramanımız Dilman’ın hayatına son vermesiyle başlıyor. Dilman’ın vasiyeti çok nettir: Bedeni yakılsın ve külleri, doğduğu ve kaçmak zorunda kaldığı Kürdistan'ın Akre kentine, annesinin mezarına götürülsün. Roman boyunca; Dilman kendi küllerini bir turşu kavanozuna koyup son arzusunu yerine getirecek birini arar. Vasiyetini anlayabilecek, intiharı için onu suçlamayacak ve bedenini yaktığı için Müslümanlığına lanetler yağdırmayacak birini…
Dilman’la birlikte yürüdükçe kendimi, hüznün sırtımızda asılı kalmış bir yük olduğunu düşünürken buluyorum. Her dilde ve her kültürde mevcut, evrensel bir yük… Öyle ki; fazladan açıklamaya, tanımlamaya ihtiyaç duymuyor. Anlaşılması için süslü kelimelere de gerek yok; keza onu fena halde hissediyorsunuz. Avuç içlerinizde, gözlerinizde, ayak parmaklarınızın ucunda… Her zaman açık seçik bir yerlerde duruyor. Bu yolculuk boyunca hüzne dalmıştım. Okuduklarım, yaşadığım yerden çok da uzakta olmayan insanların hayal kırıklıkları ile dolu hikâyeleriydi. Hiç sürgün yaşamamış, başka bir ülkeye göç etmek zorunda kalmamış ben, şimdi Dilman’ın yolculuğuna eşlik ediyordum. Göçmen olmak, ülkesiz kalmak hayal gücümün çok ötesinde bir yerlerde duruyor. Dişinle, tırnağınla inşa etmeye çalıştığın hayallerin hiç gerçekleşmeyeceğini izlemenin verdiği acı; işte bu her şeye rağmen çok tanıdık. Kimi yakın, kimi uzak duygularla Hiner'in sürgününe ait bir parça olmayı başarıyorum. Mesela birazdan, cuma günü mesai bitiminde külleri yakılacak olan Dilman, krematoryum çalışanına fırını kapatıp kapatmayacağını soracak. Görevli, külleri ancak pazartesi günü alabileceğini söyleyince Dilman şöyle yanıt verecek: “Ama Paris'te pazartesiler hep çok geç gelir.” Bense kahramanımızın bu sözlerinin etkisini, beynime ve kalbime aynı anda bir darbe indirilmiş gibi, derinden bir yerlerden hissedeceğim.
Dilman, kitap boyunca taşıdığı kavanoz aracılığıyla Kürdistan'dan zorla ayrılışını takip eden olayları ardı ardına sıralayıp duruyor. Kavanozda küllerden daha fazlasını, tarihin unutulmuş köşelerine gömülmek zorunda bırakılan umutların kalıntılarını taşıdığını ise çok sonra anlıyorum. Kavanozun içindekiler, halkının uzun yıllar boyunca uzak tutulduğu rahatlık, derinden çekilmiş bir nefesti. Kavanozun içinde aziz bahçelerinin narları, annesinin ellerine son dokunuşu ve anneninse oğlunun ta yüreğinin derinine doğru attığı son bir bakış vardı. Ve artık Dilman’ın küllerini, ev diyecek bir yer bulamayan herkesin sessiz tanıklığı olarak görmeye başlıyorum.
Kavanozun içindeki hikâyelerin ağırlığının farkındayım. Ama kavanoz yere düştüğünde, küller sonsuz boşlukta kaybolacak ve biz de her bir toz zerresiyle birlikte akıp gideceğiz. Bu yüzden son sözlerimi Dilman için ayırmak istiyorum. İçine düştüğümüz karanlıktan kurtulmak için o kavanozun kapağını hep birlikte açmaya çalışacağız. Ve o zaman, sen de yanımızda, bizimle olmalısın. Çok yaşa, Dilman!
Türkçe çevirisinin editörü olarak Küllerim, Golda ve Diğerleri’nin beni sürüklediği en taze hisler bunlardı. Ancak Hiner’i ve bu son romanını anlatmak için bunun hiç de yeterli olmadığını düşündüm ve böylece onunla bir söyleşi yapma fikri doğdu.
Sinema dünyasında büyük ses getiren Votka Limon (2003) ve Tatlı Biber Diyarım (2013) gibi filmlerinin yanı sıra, 30'dan fazla dile çevrilen ilk romanı Babamın Tüfeği ile tanınan Hiner Saleem, yeni romanıyla sahalara geri döndü. Fransızca olarak kaleme aldığı bu son romanını, Avesta Yayınları eş zamanlı olarak Türkçe (Küllerim, Golda ve Diğerleri) ve Kürtçeye (Ez û Ez) çevirdi ve her iki baskıyı da 2024 sonunda yayımladı.
Birazdan okuyacağınız söyleşiyi İngilizce gerçekleştirdik. Hiner, sorularımı nezaketle yanıtlayarak yazarlığı, ele aldığı karakterler ve eserlerini şekillendiren fikirleri detaylıca anlattı. Ama bazı noktaları açıklarken Fransızca veya Kürtçe olarak kendini daha iyi, daha derin ifade etti. Bunların, Hiner’in düşünce ve duygularını en doğal haliyle ve en iyi yansıtan ifadeler olduğunu düşünerek Fransızca ve Kürtçe orijinallerine sadık kalıp Türkçe çevirilerini parantez içinde belirttim. Hiner’in hem yaşamının hem de çalışmalarının çok dilli doğasını düşünürseniz, bu ifadeleri olduğu gibi bırakmanın benim için neden önemli olduğunu anlayacağınızı düşünüyorum. Samimiyeti ve kibarlığı için Hiner’e en içten teşekkürlerimi sunmak isterim.
Sohbetimiz sırasında ve sonrasında Hiner’in Kürtçe ifadelerinin yazıya dökülmesi ve tercüme edilmesindeki yardımlarından dolayı Abdullah Keskin'e ayrıca teşekkür etmek isterim. Onun içgörüsü ve parlak fikirleri olmasaydı, bu işbirliği mümkün olmazdı.
“Bir Kürt olarak doğduysan, intiharla birlikte doğarsın”
Rûdaw: Öncelikle yeni romanın için bir kez daha tebrik ederim. Kitabının Türkçe çevirisinin editörü olarak, bu sürecin bir parçasına tanıklık ettim ve nasıl ilerlediğini ilk elden görme şansım oldu. Yine de yazma ile olan ilişkini ve yazma sürecini merak ediyorum. Açıkçası okurların da buna ilgi duyacağını düşünüyorum. İstersen roman kahramanımız Dilman ile başlayalım. Dilman, hayatına son vererek hikâyesine başlıyor ve olaylar gelişiyor. Seni intihar temasını işlemeye iten neydi?
Bence bir Kürt olarak doğduysan, intiharla birlikte doğarsın. Bu yüzden hem yaşayan hem de yoksunluk içinde büyüyen bir karakterin gözünden bunu anlatmak istedim. Ama bunu yaparken kendimi fazla ciddiye almak istemedim. Benim için önemli olan şeyleri anlatabilmek için mizaha, absürtlüğe ihtiyacım var. Kendime bir ifade biçimi bulmam gerekiyordu.
Ve nostalji… O da benim bir parçam. En azından içimde biri var—en iyimser yanım, artık ölmüş olan tarafım. Ve o taraf hiçbir şey beklemiyor. Ew alema mirî pir rehet e, alema sax muşkile ye (Öte dünya çok rahat, bu tarafta sorun var). Yaşayan taraf sürekli mücadeleyle, karamsarlıkla dolu. Ama o ölü taraf… Garip bir şekilde her şeye olumlu bakıyor.
İntihar, benim için aslında dolaylı bir anlatım biçimi. Eğer bir insan özgür değilse ya da insanlığın en vahşi yönleri arasında bir azınlıksa, her gün ölü gibi hisseder. Her gün intiharı düşünür. Ama edebi bir perspektiften bakarsak, intihar aynı zamanda güçlü bir sanatsal kurgudur. Hayatın kendisini anlatmanın bir yolu. Ve bu anlatımda bir güzellik, bir umut var.
“Kendimi öldürecek kadar korkak değilim”
Rûdaw: Bu tema kişisel bir deneyime mi dayanıyor, yoksa tamamen kurgu mu?
Açıkçası, kendimi öldürmektense önce herkesi öldürürdüm! (Gülüyor) Kesinlikle hayır. Ez ne wisa tirsonek im ku xwe bikujim (Kendimi öldürecek kadar korkak değilim). İntihar, bana çok uzak bir konu. Belki de bu yüzden yazması benim için bu kadar kolay oldu.
Eğer gerçekten intihara meyilli olsaydım, Fransız entelektüelleri gibi sürekli acıdan ve hayal kırıklığından bahsederek yazardım. Ama neyse ki intiharı düşünmüyorum, dolayısıyla bu benim için sadece bir anlatım biçimi, bir araç. Bu da bana özgürlük sağladı. İstediğim gibi yazabilme imkânı verdi.
Bir anlamda şunu söylüyorum: Hayattayım, ama umudun olmadığını biliyorum. Ve yine de karamsarım ama karamsarlığım da gülümsüyor. Ama küller… İşte onlar benim küçücük iyimserlik kırıntılarım. Bir çelişki var. Ve belki bazıları için saçma, anlamsız gelebilir. Ama bu önemli değil. Çünkü edebiyat, önce sanat olmalıdır. Sosyoloji ya da tarih anlatmadan önce, sanat olarak var olmalıdır.
Marc Chagall’ı düşünelim. En sevdiğim ressamlardan biri. Yahudi kökenli, Ukrayna’dan gelmiş, 1920’lerde Bolşevik Rusya’dan kaçarak Fransa’ya yerleşmiş biri. Onun tablolarına bakarsan, bir Yahudi adamın köyün üstünde uçtuğunu görürsün. Gerçek hayatta insanlar uçamaz. Ama sanatta? Uçabilirler. Sinemada da öyle. Biri uçaktan atlayıp havada süzülüp tekrar uçağa geri dönebilir. Gerçek değil, ama mesele bu değil. Sanat özgürdür. İşte ben edebiyatı da böyle görüyorum. Eğer sosyoloji yazmak isteseydim, Kürt tarihi hakkında bir kitap yazardım. Ama istemiyorum. Bu, entelektüellerin işi.
“Klasik roman yapısını tamamen bozdum”
Rûdaw: İntihar temasını seçerken aslında hayatı mı anlatmak istedin?
Hangi hayat? Yaşlandıkça geriye dönüp bakma ihtiyacı hissediyoruz. “Buraya nasıl geldim? Neler yaşadım? Sevdiğim ya da nefret ettiğim insanlar hayatımda nasıl bir rol oynadı?” diye düşünüyoruz.
Bu kitap da bir mozaik gibi. Her şeyden bahsettim. Klasik roman yapısını tamamen bozdum. Anlatının geleneksel alfabesini kırdım. Bu biraz el örgüsü kazaklara benziyor. Blûzên daykên me bi destan çêdikirin, gava davekî jê vedikî, hemû vedibe (Annelerimizin ördüğü kazaklardan bir ipi çekersen, tamamı sökülür). İşte ben de hayatımı böyle sökmek, ipini çekip izlemek istedim.
“Ben Kürdüm. Nokta. Ne iyi ne kötü; sadece böyle”
Rûdaw: Yani bir ipi çektin ve gerisi kendiliğinden geldi.
Gerisi zaten oradaydı. Ben sadece açığa çıkardım. Ama asla şunu kabul edemem: Welatek an kesek zilmê li miletekî din an insanekî din bike, ez vê tucar nikarim qebûl bikim (Bir ülkenin ya da bir insanın, başka bir ülkeyi ya da insanı ezmesini asla kabul edemem). Kendi bireysel mücadelemi böyle görüyorum çünkü kendimi seviyorum. Dilimin yasaklanmasını kabul edemem. Birinin bana “Diliniz yasak!” demesini asla kabul edemem. Sen kimsin ki bunu söylüyorsun? Eğer insan olduğunu iddia ediyorsan, bu nasıl mümkün olabilir?
Peki, insanlar gizlilik içinde nasıl hayatta kalır? Yüz yıldır Kürtler böyle yaşıyor. Ben insan olarak konuşuyorum, siyasi bir şey söylemiyorum. Nereye gidersek gidelim, üzerimize çevrilmiş ve her an ateş etmeye hazır silahlar var. Neden? Bunu kabul etmeyi reddediyorum. Kürt olmak benim seçimim olmadığı için bundan onur da utanç da duymam. Ben Kürdüm. Nokta. Ne iyi ne kötü; sadece böyle. Senegalli olsaydım, aynısını söylerdim. Türk olsaydım, aynısını söylerdim. Ama neden Kürt olduğum için tüm bu zorluklarla karşı karşıya kalıyorum? Neden annemi yirmi yıl boyunca göremiyorum? Bu, özgürlük mücadelesi; özgürlüğümün kabul edilmesi için mücadele ediyorum.
Ve bazen sadece ağlamak istiyorum. Mesela Kürtçe bir şarkı duyduğumda, örneğin Kafkasya’dan bir Kürdün sesini duyduğumda (burada bir şarkı mırıldanmaya başlıyor) ağlıyorum. Ve şunu düşünüyorum: Eğer herkes gibi sıradan bir hayat yaşayıp doğduğum yerde, Kürdistan’da büyümüş olsaydım, belki orada bir kıza aşık olurdum. Ama neden bundan mahrum bırakıldım? Ez mehrûm kirim (Mahrum bırakıldım). Köklerimi neden benden aldılar? Bu bir başkaldırı gibi geliyor; özleme, geçmişe ve bugüne karşı bir başkaldırı. Dedemin dediği gibi: “Geleceğimiz yok. İyi ki de yok.”
“Direkt mesajlar vermeyi sevmiyorum”
Rûdaw: Biraz da yazım tarzından bahsedelim. Dramatik ya da trajik bir anlatım yerine, duygularını mizahla ifade etmeyi tercih ediyorsun. Okurların bunu fark etmesini özellikle mi istiyorsun?
Mizah, trajediyle doludur. L'humour est la politesse du désespoir (Mizah, umutsuzluğun nezaketidir).
Mizahla, insanların normalde kabul etmeyeceği ya da hoş karşılamayacağı şeyleri söyleyebilirsin, yine de okurlar. Kürt deneyimini ciddi bir şekilde yazsam kimse okumaz çünkü fazla hüzünlü. Bu yüzden bir yol bulmam, bu bordel (karmaşa) hakkında konuşmanın bir taktiğini geliştirmem gerekiyor. Ez ditirsim her gav dîqat dikim ku ew tiştê ez dinivîsim hestîgiran nebe (Yazdıklarımın okuyucuyu bunaltmamasına dikkat ediyorum).
Direkt mesajlar vermeyi sevmiyorum. Mizah bu anlamda işimi kolaylaştırıyor. Ve bu hayatta mizaha ihtiyacım var. Mizah sahibi olmayan insanlarla aynı ortamda olmak istemiyorum. Bence tarihte çok acı çekmiş topluluklar hayatta kalmak için bir araç geliştiriyor. Ve o araç, mizah. Yahudilere bak mesela. Kendi aralarında Holokost veya gaz odaları hakkında şakalar yapıyorlar. Yahudi mizahı ve fıkraları üzerine epey kitap var. Kürtlerin de başlarına gelenleri dolaylı olarak anlatmak için bir mizah anlayışı geliştirdiklerini düşünüyorum.
Mizah aynı zamanda bir umuttur. Çünkü birinin mizahı varsa, bu o kişinin bir şeye inandığı ve umudu olduğu anlamına gelir. Bunu sürekli tekrar ediyorum: Umut, mizah, umutsuzluk, trajedi, nostalji ve sürgün arasındaki ilişki. Sürgün, içimde derinlere işlemiş bir şey. Göçmen olmakla politik sürgünde olmak arasında fark var. Bir Türk Almanya'ya giderse, göçmendir. Para kazanmak, çocukları ve ailesi için daha iyi bir hayat kurmak için gider. Ama ben ve benim gibi çoğu Kürt entelektüelde işler farklıydı. Biz Avrupa’ya iş aramak için gitmedik. Özellikle 1980'ler ve 90'lar, Türkiye’de de Irak’ta da Kürtler için en kötü dönemdi.
Ben 80’lerde büyüdüm. O zamanlar bir ergendim. Her şeyi gördüm. Yazdıklarımın beni yansıtması, beni anlatması gerekiyor. Hayatımdaki en kişisel şeyleri yazmaktan korkmuyorum. Politik ya da entelektüel olarak doğru bir şekilde yazmak değil derdim. Klasik, yapılandırılmış yaklaşımı sevmiyorum. Böylesi bana, roman nasıl yazılır kataloğu gibi geliyor. Sinemada da aynı şeyi yapıyorum. Filmlerimde hep kesitler var. Fransa’da bana sinemada “kesintilerin kralı” diyorlar. Bir konudan diğerine atlıyorum, sonra geri dönüyorum.
Bir romanda çok önemli başka şeyler de var. Örneğin müzik; yazının ritmi olmalı. Bir şarkı gibi, bir senfoni gibi hissettirmeli. Bir atmosferi olmalı. Bir filmde, bir tabloda, bir romanda: Hepsinin içinden geçen bir büyü olmalı. Aksi halde sanat olmuyor gibime geliyor. Ben yaptığım her işte bunları yakaladığımı iddia etmiyorum. Bir film ya da romanı bitirdiğimde, o iş artık benim elimden çıkıyor. İzleyici veya okuyucu ne diyorsa, o oluyor.
Bir roman, okuyucunun hissettiği şeydir. Kimseye "Sen anlamıyorsun, gel sana hayatı anlatayım" diyemem. Biri bir filmimden çıkıp “Berbattı!” derse, “Teşekkür ederim” derim. Başka biri çıkıp “Muhteşemdi! Bu bir başyapıt!” derse, yine aynı şeyi söylerim. Bu beni etkilemez. Tabii ki insanlar güzel şeyler söylesin isterim. Ama biri kötü buluyorsa, sorun değil. Onun için doğru olan odur. Bu, filmin ya da romanın kötü olduğu anlamına gelmez.
Sanat, hissetmekle ilgilidir. Roman hissetmektir. Resim hissetmektir. Biri bir kitabı okur ve ne hissediyorsa onun gerçeği o olur. Biri bir tabloya bakar ve ne hissediyorsa onun gerçeği o olur. Ressamın ne düşündüğü önemli değil. Önemli olan, ona bakarken benim ne hissettiğim.
“Benim için sadelik önemli”
Rûdaw: Sadeliğe verdiğin önemi sıkça tekrar ettin. Bunun senin için önemi nedir?
Bir şeyleri karmaşık hale getirmeyi sevmiyorum. Roman olsun, film olsun fark etmez. Her şeyi mümkün olduğunca basit tutmaya çalışırım. Bir şeyi karmaşık hale getirmek kolay ama sadeleştirmek zordur. Benim için sadelik önemli. İnsanları anlamaya çalışırken acı çektirmek istemem. Ne romanlarımda ne de filmlerimde kolesterole yer var.
Rûdaw: Biraz da filmlerinden bahsedelim. Sen aynı zamanda bir yönetmensin. İlk romanını yazmadan önce filmler çekmiştin. Yani önce sinemacıydın, sonra romancı oldun. Yönetmen olmakla yazar olmak arasında bir bağlantı var mı? Benzerlikler veya çelişkiler hissediyor musun?
Çelişki hissetmiyorum. Ama sanırım bunu dün de söyledim: Bir senaryo yazarken ya da film çekerken o işi tek gözümle yapıyorum. Ama roman yazarken kırk göze ihtiyacım var. Romanda hayal gücünü serbest bırakabilirsin. “Gökyüzünde iki milyon sinek ve yıldız gördüm. Ve gökten bir huri indi.” Her şey mümkün. Özgürsün!
Ama sinemada öyle mi? Tek bir araban var örneğin ve onu çekmek bile çok zor ve pahalıdır. Bir film için çevrende altmış kişi olması gerekir. Konsept tamamen farklı. Sinema yapmak tam bir skandal! Çünkü çok para, çok insan, çok enerji gerektirir. Romanla sinema arasındaki en büyük fark şu: Romanda istediğin kadar yazıp düzeltebilirsin. Ama filmde tek bir şansın vardır. Tek çekim. “Bunu sevmedim, yeniden çekelim” diyemezsin. İmkansız. Roman yazarken kimseye ne yaptığını söylemek zorunda değilsin. Kendi başına yazarsın. Mutlu olduğunda ve hazır hissettiğinde de duyurursun: “Bir roman yazdım.”
Ama film? Çekimlerden iki yıl önce herkes ne yaptığını bilir. Ve ortaya sonuç çıktığında eğer kötüyse, yapacak hiçbir şeyin yoktur. Bu pratik fark, hikâyeye bakışını değiştirir.
“Sinema okusaydım asla film yapamazdım”
Rûdaw: Şu an yazar olmaktan daha mutlu gibisin.
Hayır, sinema da beni çok mutlu ediyor. Neden biliyor musun? Çünkü şükürler olsun ki sinema okumadım. (Gülüyor) Okusaydım asla film yapamazdım. Sinema eğitimi fazla karmaşık, fazla teorik. Her yıl Paris’te en az otuz kişi sinema alanında doktora yapıyor. Ama mezun olduktan sonra sinema sektöründe çalışmıyorlar. İlk filmim başarılı olduğunda şöyle dedim: “Alaylı bir yönetmen olduğum için çok mutluyum.” Nexwendewar im. (Ümmiyim.) Bu yüzden iyi filmler çektiğimi düşünüyorum.
Rûdaw: Son bir soru ile sohbetimizi noktalamak istiyorum. Kitaplarında hayatınla, kişiliğinle, ailenle ilgili pek çok kişisel detay var. Hatta gerçek isimler bile kullanmışsın. Bu fikir bana çok ürpertici geliyor. Herkesin erişimine fazla açık gibi geliyor. Sen bu konuda nasıl hissediyorsun?
Bazen provoke etmeyi seviyorum. Özellikle Kürtlere elektroşok vermeyi. (Gülüyor) Utanacak bir şeyim yok. Mesela aşkı, kadınları yazarken, utanmıyorum. Neden utanayım?
Rûdaw: Romanında adı geçen arkadaşlarının hiç tepki gösterdiği oldu mu?
Neyse ki… arkadaşlarım kitap okumuyor! (Gülüyor)
Yorumlar
Misafir olarak yorum yazın ya da daha etkili bir deneyim için oturum açın
Yorum yazın