Bir flanörüm Londra’da; tarihin silüetine daldım, bir kuş olup dolandım durdum, Virginia Woolf’a konuk oldum.
Londra’yı anlatmak kolay değil; fakat Londra’da yaşamak kolaydır. Çünkü yüzyıllardır her neslin katkılarıyla güzelleşen, güzelleştikçe zenginleşen, zenginleştikçe anlatılması zorlaşan dev bir başkentten söz ediyoruz.
Eski ve modern mimarisi, nesilden nesile aktarılıp geliştirilen kültürü, hoşgörü düzeyi, çevreye, tarihe ve insana saygısı, devlet sistemi, hukuk düzeni, köprüleri, metrosu ve bahçeleriyle anlatılması hiç de kolay olmayan bir şehir…
Kentleri insanlara benzetirsek; kimi kentler kasvetlidir, huysuz bir ihtiyara benzer; kimi kentler dırdırcı bir kadına… Londra’yı ise yaşama kültürü olan güzel bir dilbere benzetirim.
Evet, Londra yağışlıdır; fakat yaşam sevincinizi artıracak, içinizi ısıtacak bir uygarlık merkezidir aynı zamanda. Thames Nehri, gümüş damarlarında iki bin yıllık bir destan taşır; Roma’nın taşlı yollarından Londinium’un sisli sabahlarına uzanır. Gotik kemerleri altında krallar taç giymiş, şairler son nefeslerini vermiştir. Büyük Yangın şehri küle çevirdiğinde bile Londra küllerinden bir anka kuşu gibi doğmuş; Wren’in kubbeleri göğe ağmış, Aydınlanma’nın ışığı St. Paul’ün haçında kırılmıştır. Viktorya çağının buharlı hayalleri demir köprülerle nehrin iki yakasını birbirine bağlamış; her taş, her tuğla bir çağın gözyaşını, zaferini, ihanetini fısıldar. Londra sadece tarihle değil, tarihin ta kendisiyle nefes alır.

Sonra medeniyet gelir; o kibirli fakat zarif, biraz da hüzünlü medeniyet… Kahvehanelerinde çay buğusunda Virginia Woolf’un cümleleri dolaşır. Sokaklarında Shakespeare’in hayaletleri hâlâ rol dağıtır. British Museum’un salonlarında Babil’in aslanları ile Mısır’ın firavunları yan yana durur; sanki insanlık bütün yaralarını ve ihtişamını bu şehre emanet etmiştir. İşçi şarkıları ile caz notaları aynı sis içinde erir; yetimleri ile Bond Street’in ipek eldivenli hanımları aynı yağmurda ıslanır.
Londra, imparatorlukların küllerinden doğmuş bir medeniyet aynasıdır; ne tamamen masum ne tamamen suçlu… Çok dilli, çok renkli yapısıyla sonsuza uzanır. Nehir ve bulutlar akıp gider; o ise hâlâ sevgilisini bekleyen bir dilber gibi durur.
Londra’ya ilk ziyaretimdi. Tottenham Kitabevi’nde bir panele konuşmacı olarak davet edilmiştim. Havalimanına inerken sağ olsun Hakan beni arabasıyla karşıladı. Sohbet ederek Diyar Budak’ın evine gittik. Ertesi gün Diyar, ben ve Dr. Ali Yıldırım ile Semra Eten’in evine kahvaltıya davet edildik. Sürgünde kurulan güzel bir sofra ve tatlı bir muhabbet… Akşam olduğunda bizim için düzenlenen panele geçmiştik.
Yıllar sonra yeniden gittim. Bu kez ziyaretimi fırsat bilip gezimi belli bir program dâhilinde sürdürmeye karar verdim. Dünyanın en önemli iş, sanat ve finans merkezlerinden biri olan Londra’nın bulvarlarını, sokaklarını, müzelerini ve tarihî mekânlarını büyük bir merakla dolaşıp geçmişini ve bugünün ruhunu anlamaya çalıştım.
Kentler canlı organizmalardır; hangi uygarlıkların içinden geçti, neler yaşadı, bugün konuklarına neler sunuyor? Batı Avrupa’nın en kalabalık şehirlerinden biri olan Londra’da, beyaz nüfus dışında çok sayıda topluluk yaşar ve 300’den fazla dil konuşulur. Uluslararası turizmin kesişme noktası olan bu şehir, devasa Thames Nehri üzerinde kurulmuştur. İngiltere’nin güneydoğusundan doğan bu önemli nehir, Londra’nın içinden ağır ağır akarak Kuzey Denizi’ne dökülür.

Gece soğuğuna aldırmadan kendimi bulvarlara vurdum. Yılbaşı vesilesiyle caddeler ışıl ışıl, her yer pırıl pırıldı; her renkten, her dilden insana rastlarsınız. Thames’in gri sularında gümüş bir kavis…
Tower Bridge, kaleli yapısıyla Viktorya rüyasının demirden nakışıdır. İki gotik kule gökyüzüne mızrak gibi saplanır; gece maviye büründüğünde ışıklar nehirde erir. Londra’nın kalbi sessizce bir şarkı söyler.
Refah düzeyi yüksektir ve insanların yüzü gülüyor. Sömürge zamanlarında “Güneş batmayan imparatorluk” denirdi; topraklarının genişliğindendi. Dünya imparatorluğunu kuzenleri Amerika’ya kaptırıp bir adaya sıkışmış gibi görünseler de çoğulcu sistemiyle demokratik bir hukuk devletidir. Kenti gezerken “İngiliz medeniyeti” sözünün boşuna söylenmediğini anlarsınız.
Mimarisi sağlam ve estetik bir uyum içindedir. Tarihî mekânlar daha çok nehrin kıyılarında toplanmıştır. Büyük taşlardan yapılmış bu binaların her birinin bir hikâyesi vardır; her mimari eser kendi çağını temsil eder.
Fakat aklım yurdumdaydı. Bir kafede oturmuş telefonumdan gelişmelere bakıyordum; acılar değişmiyordu. Daraldım, kendimi dışarı atıp nehir boyunca Kraliyet Sarayı’na kadar yürüdüm. Gökte yıldızlar, nehirde yakamozlar dans ediyordu. Londra kozmopolit bir kent olduğundan her ulusun mutfağını bulursunuz. Balığı en iyi İngilizlerin yaptığına inanıyorum; özellikle somon balığını.
Londra’nın kuruluşunun Neolitik Çağ’a dek uzandığını gösteren izler bulunsa da genel kabul, kentin yaklaşık 2 bin yıl önce Romalılar tarafından kurulduğudur. Turizm açısından ise tarihî eserler büyük müzelerde sergilenir. British Museum’a yarım gün ayırmıştım ama sadece küçük bir bölümünü görebildim. Ortadoğu, Sümer ve Medler bölümü muhteşemdi; moleküllerimde bir şeyler titreşti orada. Madame Tussauds Müzesi ise dünyaca ünlü kişilerin balmumu heykellerinin sergilendiği postmodern bir mekândır. Atatürk’ü bir garsona benzetmeleri bir dönem Türkiye’nin tepkisini çekmişti.

Kim ne derse desin, İngilizlerin modern uygarlıkta bir öncülüğü vardır. Özellikle Ortadoğuluların İngilizlere mesafeli bakması ilginçtir. Bunun kaynağı sömürgecilik mi, dinî önyargılar mı, tarihsel hesaplaşmalar mı, bilemiyorum. Osmanlılar, Araplar ve Persler de yayılmacılık yaptı; üstelik çoğu zaman yıkım ve talana dayalıydı. Demek ki mesele sadece sömürgecilik değil; Batı uygarlığı bugün Ortadoğu gericiliğine adeta ayna tutuyor.
Dünyanın her tarafından Londra’ya ziyaretçi çekilmesinin sebebi köklü tarih ve güçlü kültürdür. Shakespeare, Oscar Wilde ve Arthur Miller gibi isimlerin mensubu olduğu İngiliz edebiyatı dünyanın hemen her üniversitesinde okutulur. 16. yüzyılın büyük oyun yazarı Shakespeare’i anmadan geçemeyiz. Roger Bacon, Francis Bacon, Thomas More, George Berkeley, Isaac Newton ve Ockhamlı William gibi düşünürlerin eserleri İngiliz medeniyetinin düşünsel boyutunu gösterir.
Devlet olgusunu adeta kutsayan Francis Bacon, duyulara, gözleme, deneye ve tabiat kanunlarının bilinmesine; devletin ise hukuka dayanmasına büyük önem vermiştir. Avrupa’da felsefe rasyonalist yönde gelişirken İngiltere’de ampirik ve şüpheci bir karakter kazanmıştır.
Darwin’den söz etmemek olmaz. Evrim teorisi nedeniyle döneminde çok sıkıntı çekmiştir; zira Orta Çağ teolojisi bu fikirlere yer bırakmıyordu. İngilizlerin yetiştirdiği en önemli devlet adamlarından biri de Winston Churchill’dir.
Bir keresinde ona “Sayın Churchill, dışarıda savaş var; siz neden yatıyorsunuz?” diye sormuşlar. Churchill ise: “İngiltere’nin yarın sağlam ve dinç bir Churchill’e ihtiyacı var” demiş. Bu kültür insanlarının hiçbiri hayatta değil ama ruhları hâlâ bu bulvarlarda dolaşıyor sanki. Bıraktıkları muazzam miras üzerinden yükselen bir medeniyet var.
Londra, kapitalizmin ve Sanayi Devrimi’nin ilk geliştiği kentlerden biridir. Metrosu dünyanın en eskisidir; 1863’te açılmıştır. İlk hatlarda buharlı trenler kullanılmıştır. Bugün yılda 1,34 milyar yolcuya hizmet verir. Aynı zamanda dev bir kültür kentidir. Dünyada en çok film üretilen üçüncü şehir olması bir yana, tiyatro izleyicisi bakımından birincidir; West End’de her akşam 200’den fazla oyun sahnelenir. 170’ten fazla müzesi, 250’den fazla festivali vardır; en ünlüsü Notting Hill Karnavalı’dır ve bir milyondan fazla kişi katılır.
Uygarlığı bir kuşun iki kanadına benzetirsek, kültür ve bilim bu iki kanattır; toplumları uçuran da onlardır. Londra küresel bir eğitim merkezidir ve Avrupa’da yükseköğretim kurumlarının en yoğun olduğu şehirdir. 2015-2016 sıralamasına göre dünyanın en iyi üniversitelerinin en çok bulunduğu kenttir. Ortadoğu’da ise ne yazık ki bu iki kanat hâlâ yeterince gelişmemiştir. Doğu-Batı karşılaşmasında asırlık bir modernite farkı göze çarpar.
Birleşik Krallık, anayasal monarşiyle yönetilen bir devlettir. İngiltere, İskoçya, Galler ve Kuzey İrlanda’dan oluşur; konfederal özellikler taşır. Parlamento Avam Kamarası (650 seçilmiş üye) ve Lordlar Kamarası’ndan (yaklaşık 800 üye) oluşur. İskoçya, Galler ve Kuzey İrlanda’ya geniş yetki devri yapılmıştır. İngiltere’nin zaman dilimi GMT/UTC +00.00’dır; başlangıç meridyeni Greenwich’ten geçer. Tüm dünya saatleri buraya göre ayarlanır. Neden Greenwich? Çünkü zamanı da güç belirler.
(Yazılar, yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Rûdaw Medya Grubu'nun kurumsal bakış açısıyla örtüşebilir ya da örtüşmeyebilir.)
Yorumlar
Misafir olarak yorum yazın ya da daha etkili bir deneyim için oturum açın
Yorum yazın