Hikmet’ül İşrak/İşraki Felsefe, Kadim Mezopotamya’nın derinlerinden akıp gelen ve Şeyhü’l İşrak Şihabeddin Sühreverdi ile sistematik bir hüviyete kavuşan bir birikimin sonucudur. Kurucusu büyük Kürt Filozof Şihabeddin Sühreverdi’dir. Bu yazı serisinde öncelikle Şeyhü’l İşrak’ın hayatını, ikinci aşamada felsefi yapısını üçüncü aşamada ise önemli gördüğümüz bazı felsefi metinlerinin analizini ele alacağız.
Şeyhü’l İşrak Şihabeddin Sühreverdi
Ey hakikatin kardeşleri!
Kendinizi tanıyın ki batınınız, sırtınızdaki dikenleri çöle getirsin ve zehirlerini saklasın. Allah’a yeminler olsun ki batınlarınız aşikâr, zahirlerini ise üstü örtülüdür.
Ey hakikatin kardeşleri!
Ayak seslerinizi kimse işitmeden, yılanın kabuğundan çıktığı gibi çıkın ve karıncanın yürüdüğü gibi yürüyün. Şeytanın karşısında dayanabilmek için her zaman akrep gibi silahınız sırtınızda olsun. Hoşça yaşamak için hayatın zehrini için. Diri kalabilmek için ölümü sevin. Her zaman uçun ama hiçbir zaman belli bir yuva edinmeyin. Çünkü bütün kuşları yuvalarında avlarlar. Eğer uçmak için kanadınız yoksa hiç değilse yer değiştirmek için yerlerde sürünün… (Sühreverdi, Avaz-i Per-i Cibril/Cebrail’in Kanat Sesi)
Şeyh’ül İşrak Şihabeddin Sühreverdi, 1153’te Kuzey Batı İran’da Zencan iline bağlı Ebher ilçesinin Sühreverd (Soxreverd) köyünde doğmuştur. Sühreverd, tarihte ilim, irfan ve felsefe alanında büyük üretimlerin yapıldığı bir Kürt coğrafyasıdır. Nusaybin asıllı bir gezgin, tarihçi ve coğrafyacı olan İbn-i Hewkal 943 yılından itibaren gezdiği coğrafyaları anlattığı “Suretu’l Arz” adlı seyahatnamesinde Sühreverd’den şu şekilde söz etmektedir:
“Sühreverd, Şehrizor gibi aynı düzlemde yer almaktadır. Çok verimli ve bereketli bir şehirdir. Sühreverd halkının çoğu Kürt’tür ve daha önceleri Harici dinine bağlıydılar. Bazıları göç ettiler bazıları da yerlerinde dolayı kaldılar. Her iki şehrin (Sühreverd ve Şehrizor) çok sağlam kaleleri vardır.”
Ebu Necib es-Sühreverdi, Ömer Sühreverdi ve Şihabeddin Sühreverdi Sühreverd bölgesinin en önemli isimlerdir. Sühreverdiye tarikatı da Necib es-Sühreverdi, Ömer Sühreverdi tarafından kurulmuştur. Şihabeddin Sühreverdi ise Müslüman düşünce geleneğinin iki ana felsefi akımı olan İşraki Felsefe Ekolünün (Ronahî Dibistan) kurucusudur ve Şeyhü’l İşrak (Şêxê Ronahî) olarak ünlenmiştir.
İlk kurumsal eğitimini bugünkü İran sınırları içinde bulunan ve dönemin en gözde matematik-astronomi okulunun bulunduğu Meraga’da Fahrettin Razi’nin de hocası olan Mecdüddin el-Cili’den (mantık, felsefe ve fıkıh usulü dersleri) aldı. (Dönemin en gözde bilim merkezi olan Meraga Matematik Astronomi okulunun kurucusu olan Nasireddin Tusi de Musul’lu büyük Kürt filozof Kemaleddin bin Yunus’un öğrencisidir.) Yine İran’da ve dönemin en gözde ilim şehirlerinden biri olan İsfahan’da Zahirüddin el-Kari’den mantık dersleri okudu. Mantık alanında yazdığı Telvihat adlı eseri Sühreverdi’nin bir mantık dâhisi olduğunu kanıtladığı gibi bu eser, bugün bile hala bir şaheserdir. Burada aldığı dersler onun düşünce dünyasında büyük bir etkiye sahiptir. Bu süre içinde İbn-i Sina felsefesini benimsedi. Daha sonra Anadolu’ya geçerek çeşitli ilim meclislerinde bulundu. Diyarbekir’de kalmayı çok seven Sühreverdi, dönemin Artuklu Devleti Harput (Elazığ) emiri İmadüddin Ebu Bekir b. Karaarslan ile tanıştı ve El-Elvahul’ İmadiye (İmadi Levhalar) adlı eserini emirin adına ithaf ederek yazdı. Daha sonra Mardine geçerek, Mardin ulemasından Fahreddin el Mardini’nin ilim meclisine katılıp ondan dersler aldı. Selçuklu sultanı Melik Nasirüddin Berkyaruk ile sıkı ilişkiler kurdu ve sultandan büyük bir hürmet gördü. Sultan Berkyaruk adına ithafen Pertevname adlı eserini yazdı. Sultanın felsefi düşüncesinin üzerinde çok büyük bir etki bıraktı.
Sühreverdi’nin Anadolu’ya geçiş dönemi yirmili yaşlarına denk gelmektedir. Bu da onun ilme olan merakından kaynaklanıyordu. Gittiği ilim merkezlerinde bir türlü tatmin olamama hali, sürekli ilim aramak için onu yollara düşürmüştü. Anadolu’ya geçtiğinde Anadolu’nun büyük bir bölümü Selçukluların hâkimiyetindeydi. Konya’da Selçuklu sultanı İkinci Kılıçaslan’dan büyük saygı görmüş ve sultanın vezirine dersler vermiştir. Sivas, Malatya, Diyarbekir gibi dönemin Anadolu ilim şehirlerindeki ilim meclislerine katılarak en son Mardin üzerinden Halep’e geçmiştir.
Şafii olan Sühreverdi, Halep’e vardığında Selahaddin Eyyubi bölgede hâkimiyeti büyük oranda sağlamış ve Halep yönetimine de oğlu Melik Zahir’i görevlendirmişti. Halep ulemasının önde gelenlerinden Şerif İftiharüddin bir Hanefi âlimiydi. Sühreverdi’nin, Halep’te Selahattin Eyyubi’nin oğlu Melik Zahir’le çok sıkı bir dostluğu oluşmuş ve Melik Zahir tarafından her türlü desteği görmüştür. Sühreverdi dünyaya değer vermeyen, Mesihi görünümlü karizmatik bir kişiliğe ve çok keskin bir zekâya sahipti. Kalenderi kılıklı (şalu şepık), zahit bir tavra sahip, tek çabası ilim olan Sühreverdi’nin, Halep’te ilim meclislerinde tartışmalara girdiği ve girdiği bu tartışmalarda da ulemanın onun karşısında duramadığı anlaşılmaktadır. Onun keskin zekâsı, kalenderi duruşu ve ilme olan vukufiyeti hiç şüphesiz Halep uleması tarafından kıskançlıkla karşılanmıştır. Melik Zahir tarafından korunması, büyük saygı ve hürmet görmesi, ona ders vermesi ulemanın kıskançlığını daha da arttırmıştır.
Halep ulemasının bu Şeyhu’l İşrak’a yaptığı suçlamalar şunlardı:
1- Eski müşrik Fars inançlarına sahip olması, bunları yayması ve Şuubiye mezhebine yakın olduğunun iddia edilmesi. Şuubiye mezhebi, İslam’ın yayılıp gelişmesine karşı (Cabiri’nin deyimiyle) “Arap evinin korunması” ideolojisine bir tepki olarak ortaya çıkan ve Semerkant’tan başlayarak Kuzey Afrika’ya kadar yayılan bir mezhepti. Her tür etnisiteyi kendisi için tehdit olarak gören ve bunu İslam ile manipüle eden Arap Evi İdeolojisi, haliyle farklı etnisiteler üzerinde faşizmi teolojik bir baskı ve asimilasyon aracı olarak kullanıyordu. Türk, Kürt, Fars vb. etnik kökenlere sahip âlimlerin kendi soylarını –özellikle tarikat şeyhlerinde- bir şekilde etnik silsileler yoluyla dört halifeye veya Hz. Peygambere bağlamaya çalışmaları politik baskıların başka yansıtmalara havale edilerek bastırılmasından başka bir şey olmasa gerektir. Sühreverdi, zaten eserlerinde açık bir şekilde Ezeli Hikmet’ten beslendiğini dile getirmekte ve onları yüceltmektedir. “Hikmet müminin yitiğidir, onu nerde bulsa alır.” diyen Hz. Peygamberin yol göstericiliğini, sünnetini esas almıştı. Fakat ilmi seçkinciliğin iktidar alanındaki pastasına çomak soktuğu için bunun ulema tarafından kabul edilebilmesi mümkün değildi.
2- Filozof-kral iddiası: Hikmetül’ İşrak eserinde filozof-kral iddiasının siyasi güç ve hâkimiyete sahip olmadığını belirtse de ulema, onun bu yorumunu siyasal/politik alana çekerek krallık iddiasında bulunduğuna hükmedip mahkûm etmiştir. Hikmetü’l İşrak eserindeki tam paragraf şu şekildedir: “Ancak bu elçilikten ve halifelikten kastım, her zaman için siyasi güç ve hâkimiyete sahip olmak değildir. Aksine ilahi imam, açıkça idareyi elinde tutan kimse olabileceği gibi kimliği gizli birisi de olabilir. O, çoğu kimsenin ‘kutup’ diye isimlendirdiği kişidir. Onun kimliği çok gizli olsa da yöneticilik onundur. İdare onun elinde olursa, o çağ ışıklı olur. Ama bir devir de ilahi yönetimden mahrum olursa, o devire karanlık hâkim olur.”
3- İlhad ve zındıklığının, halkın ve Halep valisi Melik Zahir’in ahlak ve itikadını bozduğu iddiası.
4- İsmaili ve Bâtıni fikirler taşıdığı( Karmati (komünist fikirler yaydıdığı, Fatımilerin bir davetçisi/ajanı) olduğu iddiası.
5- Mazdeist ve Zerdüşti fikirlere sahip olduğu iddiası.
6- Geleneğe karşı çıkan yapısı, ulemanın oluşturduğu düzene uymadığı iddiası.
7- Büyücülük yaptığı iddiası
Hemen hemen bütün araştırmacıların üzerinde ittifak ettikleri ortak görüş Sühreverdi’nin karizmatik şahsiyetine ve ilmi derinliğine ulemanın duyduğu kıskançlık ve bunun politik alana taşınarak istismar edilmesidir.
Fiolozofun Elvahü’l İmadiyye adlı eserinde “İlahi inayet, her asırda Allah’ın ayetleri ile desteklenmiş olarak Allah tarafından kendi toplamlarını ıslah ile görevlendirilmiş bir kişinin varlığını gerektirir.” tarzındaki ifadeleri delil olarak öne sürülmüş ve suçlamaya esas olarak da filozofun, artık imkânsız olduğu halde Allah’ın bir peygamber yaratmaya gücünün yeteceği yönünde düşünceler taşıdığı iddia edilmiştir. Ancak müellifin ifadeleri konu bütünlüğü içinde ele alındığında, çağdaşlarının, Sühreverdi’nin bu sözünü farklı bağlamlara çektiklerini ve düşünürün kastının bir şekilde görmezden gelindiğini söyleyebiliriz. Ayrıca idam kararının asıl gerekçesinin siyasi bir çekememezliğe dayanma ihtimaline de işaret etmek gerekir. Zira Sühreverdi, Halep’e geldiğinde vali Melik Zahir’in üzerinde, etrafındaki ulema sınıfının büyük bir etkisi vardı. Sühreverdi’nin şehre gelişiyle birlikte Melik Zahir’le aralarında sıkı bir dostluk oluşmuş ve Melik Zahir, onu neredeyse bütün önemli işlerini istişare edebileceği bir dost olarak kabul etmiştir. Bu durum, ulemayı rahatsız etmiş ve Sühreverdi’yi siyasi ikballeri için tehlikeli görmüşlerdir. Muhalifler, hem Halep’te kamuoyu oluşturup fetva çıkarmışlar, hem de Selahaddin’i (Eyyubi) etkileyecek düşünce ve iftiralarla dolu mektuplar yazarak Sühreverdi’nin idamını talep etmişlerdir. Hatta sürgün edilmesine bile mani olmuşlar, nereye giderse orayı da ifsat edeceğini söylemişler, nihayetinde amaçlarına ulaşmışlardır. Öldürülmesi için Halep ulemasından Zeynüddin ve Mecdüddin b. Cehbal isimli kardeşlere fetva verdirilmiş; bu fetva, katlinin vacip olduğu şeklinde bir mazhar haline getirilerek Selahaddin’e gönderilmiştir. O da Kadı Fadıl hattı ile oğluna (Melik Zahir) düşünürün mutlaka öldürülmesi, asla serbest bırakılmasını bildiren bir emir göndermiştir. Eğer emir uygulanmazsa Halep’e gelip hem düşünürü hem de oğlunu, kendisinin cezalandıracağını bildirmiştir. Melik Zahir, dostu ve hocası Sühreverdi ile bu durumu müzakere edince Sühreverdi ona “Beni zindana hapset ve aç bırak.” şeklinde bir öneride bulunmuş ve bunun kabul görmesi neticesinde bir nevi açlık grevi yaparak idamının gerçekleşmesini sağlamıştır. Karıncanın Dili (Lugât-i Mûrân) adlı öyküsünde geçen aşağıdaki bölümü ölümünden önce hep okuduğu belirtilmiştir.
Beni öldürün, ey dostlarım!
Çünkü benim hayatım ölümümdedir.
Hayatım ölümümdedir,
Ölümüm de hayatımda.
Vefat tarihiyle ilgili çeşitli bilgiler bulunmaktadır. Ancak birçok tarihçi, vefat tarihinin 4 Ağustos 1191 olduğunda hem fikirdir. Sühreverdi bu sırada henüz 36 yaşında idi. Sühreverdi öldüğünde büyüklü küçüklü eserleri yanında risaleleri ile beraber yüzden fazla eseri bulunduğu kaynaklarda ifade edilmektedir.
Yorumlar
Misafir olarak yorum yazın ya da daha etkili bir deneyim için oturum açın
Yorum yazın