Doğruyu ya da yanlışı belirleyen biz insanlarız. Toplumun kurallarını, sınırlarını, hatta vicdanını inşa eden de biziz. Ancak bu “biz” kavramı her zaman homojen değildir. Tarih boyunca olduğu gibi, bugün de her toplum içinde daha “saygı duyulan”, dolayısıyla daha çok söz hakkına sahip bir kesim vardır. Bu güç dağılımı, bireysel hayatlarımızın yönünü de belirler. Benim hikâyem, bu dengesizliğin, gelenekle özgürlük arasındaki çatışmanın bir yansımasıdır.
Henüz 18 yaşında evlenmek zorunda kalan bir kadınım. 9 yaşımdan itibaren Milano’da büyüdüm. İki tamamen farklı kültürün Kürt ve İtalyan kültürlerinin kesişiminde, aynı zamanda Türk, Arap, Pakistanlı, Çinli, Latin Amerikalı, Afrikalı, Filipinli ve diğer göçmen topluluklarının arasında yetiştim. Bu çeşitlilik, bana insanlık halinin farklı yüzlerini tanıma fırsatı sundu. Farklılıkları erken yaşta fark ettim; bazen büyülenerek, bazen de içimde açıklayamadığım bir çelişkiyle.
Bu kadar genç yaşta evlenmemin nedeni saflığım değildi; birçok göçmen ailenin taşıdığı geleneklerin ağırlığıydı. Göçmenler olarak bizler, köklerimize sıkıca tutunuruz. Bu durum televizyonlarda söylendiği gibi bir “gericilik” değil, aksine bilinmeyenden, yabancılaşmadan duyulan derin bir korkunun dışavurumudur. Kendi toprağından kopan her insan gibi biz de yeniliğe değil, belirsizliğe karşı ürkek oluruz. Bu yüzden biz “yerlilerden” korkarız; ama aynı ölçüde onlar da bizden korkar. Bu karşılıklı korku, neredeyse biyolojik bir içgüdüdür: her canlı kendi yaşam alanını korumaya çalışır. Fakat bu içgüdü, bazen korumadan çok baskıya dönüşür. Benim çok genç yaşta evlendirilişim de bir “koruma” içgüdüsünün yanlış bir biçimiydi.
Toplum değişiyor; tıpkı dillerin, inançların, aile biçimlerinin değiştiği gibi. Evli olmak, ya da birden fazla kez evlenip boşanmak, artık benim ilk boşandığım dönemdeki kadar büyük bir tabu değil. Yaklaşık on beş yıl önce bu hâlâ bir “ayıp” sayılırken, bugün özellikle Kürt ve genel olarak göçmen toplulukları arasında bu konuda belirgin bir ilerleme var. O zamanlar sessizce fısıldanan şeyler artık yüksek sesle konuşulabiliyor. Belki küçük bir ölçüde ben de bu dönüşümün parçası oldum; topluluğumda “boşanmış kadın” imgesinin doğal kabul edilmesine katkı sundum.
Bu dinamikleri başka topluluklarda da gözlemliyorum: Pakistanlılar, Araplar, Suriyeliler, Afganlar… Onlarla hem kişisel hem de mesleki düzlemde sık sık karşılaşıyorum. Daha dün, Müslüman bir öğrencimle konuşuyordum. Geldiği ülkeyi söylemeyeceğim ama hikâyesi benimkine çok benziyor. Küçük yaşta İtalya’ya gelmiş, yani sosyolojik terimle “1,5 kuşağı göçmen” kategorisinde. Bana, kendi ülkesinden olmayan erkeklere âşık olduğunu, ancak ailesinin bunu asla öğrenmemesi gerektiğini anlattı. “Öğrenseler kıyamet kopar” dedi. O anda, bütün ilerlemelere rağmen ne kadar geride olduğumuzu bir kez daha fark ettim.
İşte bu yüzden bugün her zamankinden daha fazla kültürlerarası ve dinlerarası arabuluculara ihtiyaç var. Sadece dil çeviren değil, aynı zamanda anlamları, duyguları, korkuları da çevirebilen insanlara. Ailelerle konuşmamız, toplulukları rahatlatmamız, güven köprüleri kurmamız gerekiyor. Çünkü göç artık istisna değil; modern toplumların gündelik gerçeği.
Geçen hafta bir okulda küçük bir anket yaptım. Öğrencilere sordum: “İtalya’da kalmak mı istiyorsunuz, yoksa gitmek mi?” Çocukların yüzde doksanı “Gitmek istiyoruz,” dedi. Bu cevap hem umut hem de uyarıydı. Çünkü artık dünya küreselleşiyor; gençler farklı olanı tanımak, sınırların dışına çıkmak istiyorlar. Fakat bu hareketliliğin ardında hâlâ bir kimlik çatışması, bir aidiyet açlığı yatıyor.
Tarih bize gösteriyor ki insanlık, gelişim çizgisinde düz bir hat izlemez. Bazen ilerler, bazen geriler. On bin yıllık bir uygarlık geçmişimiz var: Göbekli Tepe’nin taş dikitlerinden, Hurri şehir devletlerinden, Mitanni konfederasyonundan, Medlerin özgürlük arayışından, Hititlerin hukuksal düzeninden, Babil’in yıldız takvimlerinden bugüne uzanan bir zincir. Ancak insanın özü, ne yazık ki, o kadar değişmedi. Uygarlık ile barbarlık arasında gidip gelen, akılla içgüdü arasında salınan varlıklarız. Belki de insanlık, maddi ilerlemelerle ruhsal olarak aynı yerde kalıyor; sadece araçlar değişiyor, korkularımız aynı kalıyor.
Bu yüzden öğrenmemiz, hatta yeniden öğrenmemiz gereken en temel şey, “ötekini” kabul etmek. Çocuklarımıza farklı olandan korkmamayı öğretmek; onları insanlığın ortak kökleriyle tanıştırmak. Hurri’den Med’e, Sümer’den Kürt’e uzanan tarihsel süreklilik, bize aslında hep aynı şeyi söylüyor: hiçbir kültür, diğerinden daha “doğru” değildir; her biri insanın anlam arayışının bir biçimidir.
Ve yazının başında dediğim gibi, doğruyu ve yanlışı belirleyen biziz. İnsan saf değil, kusursuz değil; akılla içgüdü arasında ince bir dengede duruyoruz. Egodan, arzudan, korkudan, meraktan oluşuyoruz. Bu yüzden kendimizi eğitmeye, değiştirmeye, yeniden kurmaya mecburuz. Çünkü ancak o zaman insan kalabiliriz.
(Yazılar, yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Rûdaw Medya Grubu'nun kurumsal bakış açısıyla örtüşebilir ya da örtüşmeyebilir.)
Yorumlar
Misafir olarak yorum yazın ya da daha etkili bir deneyim için oturum açın
Yorum yazın